Türkiye’de bize modernleşme diye sunulan süreç, kendi kültürümüze yabancılaşma süreci oldu. Modernleşme süreci neden ve nasıl başladı ki biz kendi kültürümüzden koparak ilmen ve fikren Batı’nın sömürgesi haline geldik?
Modernleşme dediğimiz süreç; Batı kültürünün bütün dünyaya yayılması, hakim kılınması, mahallî kültürlerin yok edilmesi, asimile olması anlamına geliyor. Tabii bunu nazik kelimelerle; modernleşme diye, ilerleme diye ifade ediyorlar. Aslında bu, Batı’nın siyasî, iktisadî hegemonyasının kültürel hegemonyasıyla pekiştirilmesidir.
Batı kolinize ettiği, sömürgeleştirdiği bütün coğrafyalarda hem iktisadî ve siyasî, hem de kültürel hegemonyasını kurmak ve bunu daimi hale getirmek istiyor. Bunun yolu da kültürün modernleştirilmesi ve değiştirilmesi… Çünkü kültür değiştirildiği zaman, artık oradaki iktisadî ve siyasî hegemonya daimi hale gelmiş oluyor. İnsanlar sömürgecinin dilini konuşmaya başladığı zaman, sömürgeciye hayran olduğu zaman, sömürgecinin kültürünü taklit ettiği zaman, işte orada sömürge daimi hale gelmiş oluyor.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus var: Bu Modernleşme, Batılılaşma, ilerleme dediğimiz proje, dünyanın hiçbir yerinde başarılı olmamıştır. Mesela hiçbir Afrika veya Asya ülkesi Avrupa ülkesine dönüşmemiştir. Bu da bir başarısızlık olarak o milletlere atfedilir. Yani bunlar Batılılaşmayı beceremediler, modernleşmeyi beceremediler gibi…
Aslında işin iç yüzü; Batı hiçbir zaman, kendi dışındaki milletlerin gerçek manada Modernleşmesini, kalkınmasını, ilerlemesini istemez. Bir şekilde onlara hem ‘Batılılaşın!’ diyor, ‘modernleşin!’ diyor ama diğer taraftan da onların gerçek manada Batılılaşmasını, modernleşmesini engelliyor.
Kendi sahasına çekerek hipnotize ediyor yani.
Evet. Çünkü onlar gerçek manada modernleşse, ekonomik olarak, siyasî olarak güçlense bağımsızlıklarını ilan edecekler ve artık Batı’ya bağımlı ve muhtaç olmayacaklar. Dolayısıyla onların belirli dereceye kadar Batılılaşması, modernleşmesi lazım. O dereceyi aşmamaları lazım. O derece nedir? Batı’ya hayranlık duyacak, Batı mallarını tüketecek, Batı’daki modayı takip edecek ve Batıdaki kültürün, teknolojinin tüketicisi olacak.
Batı Medeniyeti’nin sosyal bilimler alanında ürettiği bilginin karşısında biz nasıl durabiliriz. Kendi nizamımızı ortaya koyacak bir yapıyı nasıl oluşturabiliriz?
Bu Batılılaşma, modernleşme dediğimiz olgunun farklı boyutları var. Bunlardan en fazla göz ardı edilen boyutu da sosyal bilimlerin modernleşmesi, sosyal düşüncenin Batılılaşması… Tabii İslam dünyası söz konusu olduğunda sosyal düşüncenin odernleşmesi, fıkıhtan sosyal bilimlere geçiş anlamına geliyor.
Biz tarih boyunca iktisadî olayları, siyasî olayları, aileyi, devleti… Bunların hepsini fıkıhla izah etmişiz ve o alanlarda herhangi bir sorun olduğunda bunu fıkıhla çözmüşüz. Fıkıh, bizim sosyal olayları anlama, problemleri çözme ve sosyal alanı düzenleme aracımız olmuş. Ancak Batılılaşma döneminde biz, Batı sosyal bilimleri’ni ithal etmişiz. Onları benimsemişiz ve bütün sosyal olayları, Batı’dan ithal ettiğimiz sosyal bilimlerle açıklamaya çalışmışız.
Batı’da ortaya çıkan sosyal bilimler bizim kültürümüze, medeniyet yapımıza, iktisadî, siyasî yapımıza, geleneğimize asla uymamakta. Dolayısıyla çok farklı, yabancı bir ortama ithal edilmiş ve herhangi bir işlev meydana getirememiştir. ‘Zaten bu sosyal bilimler Batı’da da ne kadar işlevsel, Batı toplumlarının sorunlarını ne kadar çözüyor?’ o da ayrıca tartışılabilir.
Ben Batılılaşmaya toptan karşıyım, Batılılaşmanın bize bir faydası olacağına inanmıyorum, ama velev ki Batılılaşacağız, bari bizim için daha uygun olan bir modeli seçseydik. Gitmişiz Pozitivist-Materyalist, din-devlet çatışması üzerine kurulu, din-bilim çatışması üzerine kurulu, Auguste Comte’un yaklaşımını benimsemişiz. Tabii bu bizim toplumsal yapımıza, kültürümüze, geleneğimize uymayan bir şey ve bunun neticesinde de Türkiye’deki sosyal sorunlar çözülemez hale geliyor.
Batı’dan ithal edilen sosyal bilimlerle halkımızın anlayışı, kültürü, dini arasında bir çatışma söz konusu. Kanaatimce son iki yüzyılda düşünce tarihimizdeki en önemli çatışma fıkıhla sosyal bilimler arasındaki çatışmadır. Devlet deyince ne anlayacağız? Ekonomi, aile dediğimizde ne anlayacağız? Bunun cevabını fıkıhta mı arayacağız yoksa Batı’dan mı ithal edeceğiz? Bu gerilim bütün İslam dünyasında son yüzyılın en temel diyalektiğidir.
Son iki yüzyılda bu soruların cevabını Batı sosyal bilimleri’nde aradık. Said Halim Paşa o dönemde ‘Batı’dan almayalım, fıkhı ihya edelim!’ diyor. Fıkhın ihyaya ihtiyacı var mıdır?
Fıkıh sürekli kendini ihya eder. Yani canlı bir organizma gibidir. Çünkü sosyal şartlar sürekli değişir, iktisat değişir, siyaset değişir, kültür değişir. Fıkıh da kendini bu yeni şartlara adapte eder. Yeni meseleler ortaya çıkar. Bu yeni meselelere uygun fetvalar verilir ve hayat buna göre düzenlenir.
Said Halim Paşa’nın ve o dönemdeki alimlerin hepsinin söylediği şey; eğer bizim sosyal alanda çözemediğimiz bir şey varsa biz fıkhı ihya ederiz, o meseleleri çözeriz. Ama şu bir gerçek; fıkhın çözemediği veya çözemeyiz, dediği bir mesele ne o zamanda vardı, ne de şimdi vardır.
Eğer bir ilim işlevini yerine getiriyorsa sen ona nasıl ‘Dondu, geri kaldı!’ diyebilirsin. Yani bir ilmin yaşadığını nereden anlarsın? İşlevini yerine getiriyor mu, getirmiyor mu? Ona bakarsın. Fıkhın işlevi nedir? İnsanların hayatlarını düzenlemek; neleri yapmaları gerektiğini, neleri yapmamaları gerektiğini insanlara söylemek… İktisatlarını, siyasetlerini, aile hayatlarını nasıl düzenleyeceklerini insanlara söylemek; bunu yapıyor mu, yapıyor. Demek ki fıkıh, yaşayan ve işlevini yerine getiren bir ilim demektir. Geri kalmış olması veya donmuş olması gibi herhangi bir şey söz konusu değildir.
Tam tersine sosyal bilimler işlevsizdir. Çünkü sosyal bilimler şu anda bizim herhangi bir sorunumuzu çözmüyor. Ne aile alanında, ne iktisat alanında, ne kültür alanında hangi yaramıza merhem oluyor? Hangi sorunumuzu çözüyor? Hiçbirini çözdüğü yok. Sadece sürekli okullarda bu okutuluyor. Zihinleri kolinize ediyor, sömürgeleştiriyor ve Batı hayranı insanlar yetiştiriyor.
Fıkhı sosyal bilimler yerine sistemli bir bilgi birikimi olarak nasıl koyabiliriz?
Bir kere günümüzde fıkıh; fıkh-ı vicdanî/fıkh-ı bâtın dediğimiz tasavvufla ve fıkh-ı ekber dediğimiz felsefeyle alakasını koparmış. Halbuki fıkıh; tasavvuftan ve felsefeden koptuğu zaman derinliğini, maneviyatını kaybeder. Geriye sadece legalistik, basit hukuk kuralları gibi bir şey kalır. Bu tabi yanlış…
İkincisi; günümüzde fıkıh sadece ibadetlere odaklanmıştır. Halbuki tarihe baktığımızda fıkıh; hem devletle ilgileniyor, hem ekonomiyle ilgileniyor, hem siyasetle… Her şeyle ilgileniyor. Dolayısıyla günümüzde mikro fıkıh yapılıyor, makro fıkıh yapılmıyor. Bize İbn Haldun gibi, İmâm Şafiî gibi, Ebu Hanife gibi, Ebussuud Efendi gibi fakih lazım. Hem mikro süreçleri (bireylerin davranışlarını) hem makro süreçleri (milletlerin, medeniyetlerin, devletlerin davranışlarını) analiz edecek fıkıh lazım.
Üçüncü mesele; fıkıh şu anda tarihi soyut işlerle uğraşıyor, uygulamadan kopuk. Dolayısıyla bize uygulamalı fıkıh lazım… Bizim akademisyenlerimiz fıkhı kütüphanede arıyor; insanların, hayatın içinde, sokakta aramaları lazım.
Üçü yapılırsa sizin söylediğiniz şekilde yeniden literatür üretilmeye başlanır. Fıkıh yeniden hayatla irtibatını kurmaya başlar ve insanlar da bu fıkhî yaklaşımın sosyal bilim yaklaşımından hangi açılardan farklı olduğunu ve onun üstünlüklerini bizzat pratikte görmüş olurlar.