Öğrenme isteği yahut çevresinde yaşananlardan haberdar olma arzusu kuşkusuz insanoğlunun en belirgin özelliklerinden. Mensup olduğu toplumdan bigâne kalan bir kişinin varlığını tahayyül etmek mümkün değil.
İletişim araçlarının yok denecek kadar az olduğu devirlerde bile, çığırtkanların yaptığı duyuruları pür dikkat dinleyen, okunan sâlâların sonunda mevtayı tanımasa da “Acaba kim öldü?” diye soranların bu tavrı, yalnızca haber alma içgüdüsüyle açıklanabilir. Böylesi merakla kodlanmış insan için basın yayın organları, büyük ölçüde “ihtiyacı” karşılarken, onun yönlendirilmesine ilişkin de kritik vazife icra ediyor.
Matbu neşriyatla başlayan bu süreç, radyo ve televizyonun yaşantımızın vazgeçilmezleri arasına girmesinin ardından bambaşka biçime evrildi. Haberleri gazetelerden ancak bir gün sonra ve sayfa sayısının el verdiği çerçevede öğreniyorken, radyo ve televizyon marifetiyle dakikalar sonra takip edebiliyoruz. 2000’lerin başından bu yana sosyal medyanın otoritesini hissettirmesiyle de televizyonlara, gazetelere ve gazetecilere ihtiyacımız kalmadı. Zira bizler haberleri, “o an” yaptığımız canlı yayınlarla yüzbinlerce kişiye ulaştırabiliyoruz.
Gereklilikten esarete
Vaziyetin işlerimizi kolaylaştırdığına, “öğrenme ihtiyacı”mızı giderdiğine zerre şüphe yok. Fakat sosyal ya da “asosyal medya”nın insanî değerleri tek tek elimizden aldığını da söylemeliyiz. Kâr-zarar hesabı yapıldığında üzülerek ifade edelim ki oluşan tahribatın, kazandıracağı faydadan daha fazla olduğunu görebiliriz. Medya, özellikle son dönemde internet sitelerinde ve gazetelerin üçüncü sayfalarında sıklıkla rastladığımız şiddet olaylarının en önemli müsebbiplerinden.
Öncelikle yazılı, işitsel ve görsel yayın organlarındaki olumsuz haberler, izleyici, dinleyici yahut okuyucunun yaşama dair karamsar bakışını pekiştirdi. Sürekli tekrar edilmesi, duyarlı bireylere de tesir ederek “karşı karşıya kalınan içler acısı durum” ile başa çıkmanın imkansızlığına dair duygunun yeşermesine yol açtı ve Yahya Kemal’in ifadesiyle insanın kainatta yaşayabilmesinin en temel dayanaklarından olan hayalleri alt üst etti.
1990’larda yapılan araştırmalarda, özel televizyon kanallarının kurulmasıyla yayınlanan “reality show”larda kör göze parmak sokarcasına aktarılan kanlı sahnelerin kısa süre içerisinde kanıksandığı saptanmış ve benzeri olayların aynı yıllarda arttığı gözlemlenmişti. Yine 90’larda ekranlara getirilen çizgi filmlerin verdikleri subliminal mesajlarla çocukların bilinçaltında onarılmaz yaralar açtığı tespit edildi. Birbirine saldıran çizgi film karakterleri ve satır aralarında “sunulan” cinsel objeler, genç neslin ahlak anlayışını ve hissiyatını yerle bir etti.
Reyting kaygısı değerleri yok ediyor
2000’lerdeki baş döndürücü gelişmeler, sosyal medya ile tanışmamıza ve bahsettiği serüvenin akıl almaz hızla yayılmaya başladığı zaman olarak kayıtlara geçti. Telefon ve bilgisayara ulaşmanın çok kolay hale geldiği, 3 yaşındaki çocukların bile efsunlanmış gibi akıllı cihazlara kilitlendiği bu dönemde, şiddet haberleri/görüntüleri adeta havada uçuşan oksijen molekülleri gibi herkese zahmetsizce ulaşıyor. Ve bu sürecin dışında kalmak mümkün görünmüyor.
İzlemek şöyle dursun, ilkokul çağındaki çocukların hesap açarak şiddet videoları yüklediği dönemde yaşıyoruz artık. Televizyon kanalları da reyting kaygısıyla sosyal medya ağlarını “aratmayacak” türden programlarla, bundan 40 yıl önce ömrümüzde belki tek sefer rastlayacağımız mevzulara her gün her saat kesintisiz muhatap olmamıza ve onları sıradanlaştırmamıza neden oluyor.
Bugünlerde, sık sık gündeme gelen şiddet eylemlerinin arka planında yukarıda ifade etmeye çalıştığım duyarsızlaşma, dahası kötüyü karakter haline getirme meselesi bulunuyor. Medya ve iletişim araçları vasıtasıyla, irademiz dışında bilinçaltımıza yerleştirilen şiddet eğilimi günümüz insanını saldırganlaştırıyor. Gazetelerden, internet sitelerinden okuduğumuz veya televizyondan izlediğimiz insanlık dışı vukuatları, kendimiz de umarsızca yapabilecek hale geldik.
İnanç, ibadet, günah, Allah korkusu, cennet ve cehennem inancı gibi kavramları zihinlerimizden çıkardığımız için kendimizi kontrol altına almamızı sağlayacak dinamiklerden yoksunuz. İşlenen suçlara verilen cezalar da yeterince caydırıcı olmadığı için her geçen gün daha elim hikayeler ortaya çıkıyor.
Kendimizi muhasebe etmeliyiz
Gelelim can alıcı hususa: “Ne yapacağız da, bu kriz atmosferinden behemehal kurtulacağız?” İlkin, Müslümanlıkla irtibatımızı sorgulamalıyız. Zira ne kadar iyi Müslümansak, o kadar iyi insanız demektir. Ankebut suresi 45. ayette Rabbimiz; “Namaz, insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkor.” buyuruyor. Hz. Peygamber (sav) hadis-i şeriflerinde oruçla alakalı şu ifadeleri kullanıyor: “Oruç kalkandır. Oruç tuttuğunuz gün kötü söz söylemeyin ve kavga etmeyin. Şayet size sövülürse: ‘Ben oruçluyum’ deyin.”
Dolayısıyla bedhahlar zümresine yazılmamak, bilakis şerrin önünde dimdik durabilmek; elimizle, yapamazsak dilimizle düzeltebilmek, en kötü ihtimalle buğz etmek için evvela Allah’ın emirlerini gücümüz yettiğince yerine getirmemiz, yasaklarından da olabildiğince kaçınmamız gerekiyor.
Beraberinde, dünyayı kendilerinden emanet aldığımız çocuklarımıza da kulluğun önemini ve ibadet etmek üzere yaratıldığımızı bihakkın öğretmemiz şart. Bunu yaparken ne dinlediğini, ne okuduğunu, ne izlediğini zamanın gerçeklerini de ıskalamadan kontrol etmeliyiz.
Siber alanla münasebetlerini dört başı mamur zeminde tutmalarına olanak sağlamalıyız. İnternetin nimetlerini anlatmak, faydalı yanlarından istifade edilmesini öğütlemek vazifemiz olmalı. Sadece kendimizin değil, dünyanın geleceğini de bu şekilde imar edebiliriz. Tersi durumda ise, kendi ellerimizle ateşin içine atmış oluruz.