“Ramazan erdi yine her gece yanar kandil
Ehl-i İslam’a salar şu’le ser-a-ser kandil
Yer i gökten nice fark ede gece ehl-i nazar
Sahn-ı arz üzre ki olmuş durur ahzer-i kandil”
I. Ahmed
Devlet-i Aliyye’nin cengaver olduğu kadar ince ruhlu, şair padişahlarından Bahtî mahlaslı Sultan I. Ahmed’e ait bu dizeler, Osmanlı’da Ramazan’ın nasıl büyük bir sevinçle karşılandığının müstesna örneklerinden biridir. I. Ahmed, şiirin devamında Ramazan münasebetiyle şehrin nasıl baştanbaşa kandillerle donatıldığını, beytin son dizesi olan şu mısra ile anlatır: “Ki olupdur Ramazan ayına ziver kandil.” Çok eskilerde Ramazan’ın bu topraklarda karşılanışı, yaşanışı ve vedası; varlığı neşelendiren, gidişi hüzünlendiren kadim bir dostun gelişi ve gidişi gibi olurdu.
Daha Ramazan’dan evvel, Padişah tembihname yayınlar; yemeklerin dikkatli yapılmasını ve israf edilmemesini, ulu orta yerlerde orucun yenilmemesini, İslam’a her zamankinden daha sıkı sarılınmasını, kılık kıyafete özen gösterilmesini, çalışma saatlerinin namaz ve iftar vakitlerinin dikkate alınarak düzenlenmesini, Ramazan davulcularının gayr-i Müslim tebayı huzursuz etmemesini salık verirdi. On bir ayın sultanının habercisi hilali müjdeleyenlere paralar dağıtılır, haber verenler bile ödüllendirilirdi.
Her sofrada bir tabak da fakire
Hayır ve hasenat, daha ilk günlerden başlar, fukaranın oturmadığı bir sofra neredeyse kurulmazdı. Âlemlerin Efendisi’ni (sav) kendilerine rehber edinmiş olan ecdadımız, her iftara muhakkak birilerini misafir eder, bu kimselerin de özellikle garip ve düşkünlerden olmasına hassasiyet gösterirdi. Öyle ki bazen yakın çevreden ihtiyaç sahibi kişiler yahut kimsesiz yaşlılar, Ramazan boyunca evde yatılı ağırlanır ve sahur/iftar yapmalarına vesile olunurdu.
Sadece sofralara da değil; ahalinin, esnafların veresiye defterlerindeki borçlarını ödemek için zenginler adeta birbirleriyle rekabet ederlerdi. Erzak fakirlerle paylaşılır, evine ekmek götüremeyen mahzunlar ve mazlumlar sevindirilirdi. Dahası, meslek erbabına ücreti ödenmek suretiyle kişisel ihtiyaçları bile karşılanırdı. Mesela, berberlere ederi verilerek muhtaçlar ve düşkünler tıraş ettirilirdi. Rahmet ve merhamet ayı Ramazan’da, çocuklar da unutulmaz, bayramlık kıyafetleri tek tek hediye edilerek, gönülleri hoş edilirdi. Misafirlere, “diş kirası” adıyla hediyeler verilir, kardeşlik hukukunun ve paylaşımın zirvesi yaşanırdı.
Ramazan davulcularının inceliği
İmparatorluğun son dönemi, Sultan II. Abdülhamid devrinde, Hicaz Demiryolu inşa edilirken Medine’ye ulaşıldığında, Hz. Peygamber (sav) gürültüden rahatsız olmasın diye, inşaat ustalarının çekiçlerin ucuna keçe bağladıkları rivayet edilir. Dağlardaki vahşi hayvanların rızkını düşünen, kuş evleri gibi insanlık tarihinde benzerine rastlanmayan bir güzelliğe imza atan Osmanlı medeniyetinin, kendi tebaasını görmezden gelmesi düşünülemezdi elbette.
Çalar saatlerin, akıllı telefonların olmadığı o zamanlar, milleti sahura kaldırmak üzere sokaklarda Ramazan davulcuları gezinirdi. Ahali ile davulcu arasında, bugün apartmandaki alt komşusunu bile düşünmeyen “modern” insanın örnek alması gereken bir iletişim dili geliştirilmişti. Hastası olan, penceresinin önüne sarı renkli çiçekler koyar, bunu gören davulcular o sokakta davul çalıp mani söylemezdi.
İbadet, muhabbet, cemaat
Gündelik işlerini namaz vakitlerine göre ayarlayan, İslam’ı yaşamın merkezine koyan bir topluluğun “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan ise ümmetimin ayıdır…” hikmetine kayıtsız kalması beklenemezdi. “Merhaba”larla karşılanan, “elveda”larla uğurlanan bereket ayı Ramazan, Osmanlı toplumunda bayram havasında geçerdi. Günün kahir ekseriyetinde ibadet eden müminler, iftar sonrasında kıraathanelerde, camilerde ve dergahlarda cem olur, muhabbet edip nasihat dinlerlerdi. Evlerde Kuran tilavet edilir, başta fetih için, ilerleyen yaşına rağmen at sırtında binlerce kilometre ötelerden gelen Ashab-ı Kiram’dan Hz. Ebu Eyyub el-Ensari olmak üzere, Konstaninepol’ü İslambol’a dönüştüren kutlu kumandan Fatih Sultan Mehmed, Bilad-ı Selase’den Üsküdar, Yahya Efendi’ye kucak açan Beşiktaş gibi evliya ve sahabelerin metfun olduğu bölgelerdeki türbeler ziyaret edilerek tefekkür ve tezekküre fırsat oluşturulurdu. Eskilerin tabiriyle “şehr-i siyam” (oruç ayı) gündüzü ve gecesiyle doludizgin yaşanır ve kalan 11 ay için maneviyat heybesi büyük bir şevkle doldurulurdu.
Günün kahir ekseriyetinde ibadet eden müminler, iftar sonrasında kıraathanelerde, camilerde ve dergahlarda cem olur, muhabbet edip nasihat dinlerlerdi.
Bugünkü Ramazan’da eksik olan ne?
Psikiyatristler her ne kadar hastalık olarak tarif etse de özellikle Türkiye’de geçmişe, yüzlerce yıl öncesine yönelik ciddi bir özlem duyulduğu yadsınamaz. Öyle zannediyorum ki, salt ruhî gerekçelerle açıklanacak bir durum değil bu. Aslî kimliğiyle bağı koparılan, 600 küsur yıl dünyaya adaletle hükmetmiş kahramanların torunları için mezkur travma, kolay kolay atlatılacağa da benzemiyor. Neyse ki son yıllarda, tarihin tozlu rafları arasından çıkarılan maziyle tanıştıkça söz konusu psikolojik buhranın tesirinden yavaş yavaş sıyrılıyoruz. Belki de bu sebepten ötürü, her seferinde “Nerede o eski Ramazanlar?” diye kendi kendimize sormadan edemiyoruz.
Çoğu zaman yüzlerce sene önceye gitmeye de gerek kalmıyor, süratle değişen dünya, 10 yıl öncesini bile aratıyor. Ancak, aynanın karşısına geçip şu hakikatli sorularla yüzleşmemiz şart: Değişen, içerisinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’nin bulunduğu Ramazan mı, yoksa biz miyiz? Dünya mı dönüşüyor, biz mi değerlerimizi yitiriyoruz?
Zaman aynı, mekan aynı… Ramazan 1400 yıl önceki gibi şereflendiriyor hanelerimizi. Asr-ı saadetteki; kemalâtta zirve olunduğu dönemlerdeki gibi dokunuyor hayatlarımıza. Lakin biz, göremiyor, duyamıyor, hissedemiyoruz. Fani hayattan dar-ı bekaya göçtüğümüzde de aynı sıcaklığı ve şefkatiyle çalacak kapıları. O zaman da şimdi olduğu gibi idrak edebilenler anlayacak teşrifini.
Tıpkı;
“Bir nimet-i Hakk’dır ki vûrâd eyledi rûze / Tah tında hezârân kerem ü lutf nihandır
Bârân-ı şirk ile dökülse nâle-i isyân / Berk-i günch-i mâsiyete vakt-i hazândır…”
diyen, merhum Enderunlu Vasıf gibi. Öyleyse, hatayı içinde bulunduğumuz şartlarda yahut yaşadığımız dünyada değil, bizatihi kendimizde aramalıyız. Çünkü biz düzelirsek toplum düzelir, toplum düzelirse, şartlar düzelir, dünya düzelir. Aksi takdirde, hasretle andığımız devirler geri bile gelse biz yine dövünmeye devam ederiz.
İbrahim Baran