Dursun Ali TaşçıHoş Sada

Büyük İnsanlar Bir Kere Doğar Ama Hiç Ölmezler

858Okunma

Bu yaz memlekete giderken yanıma birçok kitap aldım. Bunlardan biri de Ali Ulvi Kurucu’nun “Hatıralar”ı oldu. Beş ciltlik bu eser bir dönemin aynası gibi geldi bana. Kitabı özetlemek niyetinde değilim. Tanıtmak da değil amacım. 20. yüzyıla tanıklık yapan bu kitaptan yola çıkarak ve bazı alıntılar da yaparak düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Ağaç okulun öğrencisi

O dönem, sükûtun hançer gibi yürekleri deldiği zamanlar!.. Konya merkezli olaylara tanık oluyoruz. Bütün Anadolu’da “devrimler” yaşanıyor. Şapka inkılabı, harf inkılabı, ezanın Türkçeleştirilmesi, takvimler, ölçüler… Her şey değişiyor, hayat değişiyor ve millet, yeni bir istikamete doğru sürükleniyor. Evler basılıyor, kitaplar derdest ediliyor, Kuran okuyanlar, okutanlar takibe uğruyor, kodese tıkılıyor; milletin ağzına gem vurulmaya çalışılıyor. Sürgünler, savrulmalar, hüzünler…

Ali Ulvi Kurucu’nun dedesi Hacı Veyis Efendi, evlatlarını topluyor ve evlerindeki kitapların hangilerini gizleyeceklerini konuşuyorlar. Hacı Veyis Efendi şunları söylüyor:

“Çocuklar, Kuran’ın, zikrullahın yasak edildiği bir memlekette, kütüphanede hangi kitap kalır? Öyleyse evden, Kuran’a kadar hepsini kaldırıp kurtulalım!”

Bu satırları okurken rahmetli hafız babamın anlattıkları gözümün önünde canlanıverdi. O da o zamanlar hıfzını yapmış. Rahmetli babamın çileleri, ızdırapları bir roman konusu aslında. Bazı zamanlar, “evladım” diye söze başlar, ama sonunu getiremez, gözyaşlarına boğulurdu. “Oğlum, Kuran-ı Kerim’i göğsüme bastırarak hocama gidemedim. Ondan sayfalar koparır, göğsümüzde saklar ve gizlice hocama gider, dersimi verirdim. Oğul, bu göğüs, Kuran ayetlerinin iniltilerine az mı şahitlik etmiştir!” Kimseler görmesin diye, kızılağaca verilmiş siyah üzüm asmasından üzüm toplamak bahanesiyle, ağaçta Kuran okuyuşunu ironik bir dille anlatırken tam bir travmatik olguyla karşı karşıya kalırdınız.

“Hatıralar”ı okurken, “Ağaç okul”un öğrencisi olan babamı rahmetle ve hüzünle andım.

Yakın tarihimize ışık

Kitap, yakın tarihimize ışık tutuyor. 1930 yılında, Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarından Fethi Okyar Bey’in kurduğu Serbest Fırka hakkında, Ali Ulvi Bey’in babasının hükmü tarihe ışık tutuyor:

“Fethi Bey kazansa bile, partisine iktidarı verecekleri kanaatinde değilim. Bununla milletin nabzı yoklanıyor.” Nitekim öyle de oldu; Serbest Fırka kısa sürede kapatıldı. Zaman zaman eve gazeteler gelir ve memleketin gidişatı izlenir. Bir gün Falih Rıfkı’nın (Atay) bir makalesini okurlar. Falih Rıfkı şöyle yazıyor: “Ankara’da yeni yapılan Çankaya’da mabet yoktur. Burası tarihte mabetsiz kurulan ilk şehirdir.” diyor ve bu durumu övüyor.

Kurucu ailesinin ortak kanaati şöyle oluyor: “Bu millet, din bağı koparsa, nasıl bir araya gelir, ne iş yapabilir? Mabedini kaybeden millet ruhunu kaybeder, her şeyini kaybeder.”

Ali Ulvi Bey, dedesi Hacı Veyis Efendi’den, babasından uzun uzun söz eder; fakat amcası Hacı Veyiszade’nin yeri onun için başkadır. “O, Hakk’ta yok olmuş ve halkın arasına yokluğuyla karışmış bir önderdir, yoğurucudur.”

“Bugünün kerameti hizmettir!”

Hacı Veyiszade’nin hayata bakışı ise şöyledir: “Büyüklerin zaten malları yok, bir tek canları var. Canları da cananları için kurban. Oğlum, bugünün kerameti hizmettir.” diyor ve hayatın tam ortasına koşuyor.

1950 sonrasında Konya’ya Cemil Keleşoğlu adında bir vali geliyor. Vali, bir verem hastanesi yaptırmak için Ankara’ya Başbakan Menderes’in yanına gidiyor, fakat olumsuz cevap alıyor. Bunun üzerine Konya belediye başkanı, valiye, bu işin ancak Hacı Veyiszade tarafından yapılacağını söylüyor. Vali şaşkın, fakat durum Hacı Veyiszade’ye aktarılıyor.

Hacı Veyiszade köy köy, harman harman dolaşıyor; ürün, harman topluyor ve halk da büyük bir coşkuyla ona yardımcı oluyor ve hastane yapılıyor. Vali olan biteni görünce şunları söylüyor: “Bu hükümetleri Allah çarpar. Yahu devletin göremeyeceği işi hoca görüyor. Ama bu hocalar senelerce polis takibi altında eziliyorlar. Yahu bu hükümetler Allah’a nasıl hesap verecekler?”

“Bu millet, din bağı koparsa, nasıl bir araya gelir, ne iş yapabilir? Mabedini kaybeden millet ruhunu kaybeder, her şeyini kaybeder.”

 “Hicranım kalabalığın içine girememektir!”

Demokrat Parti milletvekili Atıf Benderlioğlu’nun, Menderes’le ilgili hatırası ibret vericidir: “Bir Kadir Gecesi İstanbul’dayız. Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve beni de arabasına alarak Fatih Camii’ne götürdü. Teravih kılınmış, millet vaazı dinliyor. Cemaat dışarı taşmış. Menderes şunları söylüyor: “Arkadaşlar, bu millet, bu mübarek geceyi nerede ve ne şekilde geçirir, görün diye sizi buraya getirdim.

Bu manzara bu milletin ruhunun aynasıdır. Hicranım nedir arkadaşlar, biliyor musunuz? Bu kalabalığın içine girememektir! Böyle arabanın içinden seyretmek çok acıdır! Bizler, milletten kopmuşuz, onun kalbine girememişiz. Kafesteki kuş gibi çırpınıyoruz. Halimiz budur.”

Bunun nasıl bir travma olduğunu siz değerli okurlarım karar versin. Tarihimizin sayfaları açıldıkça daha çok ibretli olaylarla karşılaşacağımız kesindir. Ama şu da bir gerçektir ki, tarih, hiçbir gizli şeyi uzun vadede kendi içinde barındırmıyor, bir gün onları gün yüzüne çıkarıyor. Tıpkı deniz gibi; deniz, boğulan cesedi uzun vadede kendi içinde tutmaz, onu sahile bırakır. Bırakır da, çıkan cesetleri, çocuklarının tanıması gerekir, yoksa kimsesizler mezarlığında gömülüverirler.

-Dursun Ali Taşçı