Cemiyetİbrahim Baran

Evlerimize Dönmenin Vakti Gelmedi Mi ?

708Okunma

Sultan’uş-Şuara Abdülhak Hamit Tarhan, “Bir kartalın semada gerek aşiyanesi” der. Malum kartallar gökyüzünün en kudretli hayvanlarından, asil… Gözünün kestiğini avlayabilecek güçte. Hızı saatte 50 kilometreye kadar ulaşabiliyor. Ancak ona bile, tahakküm ettiği atmosferde bir ev gerekiyor. İnsanoğlunun günümüzde umursamadığı, dikkate değer bulmadığı, zamanın keşmekeşi içerisinde göz ardı ettiği mekanların başında öyle zannediyorum ki ev geliyor.

“Dışarı”nın cazibesi, bizleri güvenli limanlarımızdan yavaş yavaş uzaklaştırıyor. Yıllar önce üç kuşağın beraber yaşadığı geniş aile, hayatın “zaruretleri” nedeniyle çekirdek aileye evrilmişti. Anne, baba ve çocuklardan müteşekkil bu küçük topluluk, bir süre sonra içerisinde bulunduğu cemiyetin kimliğini de değiştirmeye başladı.

İnternet teknolojilerinin akıllara durgunluk verecek hızla gelişmesi de aynı evin içerisinde yaşayan, fakat birbirinden habersiz bireyleri ortaya çıkardı. Şimdilerde dünyayı odalarımızın pencerelerinden değil; akıllı telefonların, tabletlerin ekranlarından seyrediyoruz.

Şahsiyetleri mekanlar belirler

Herkesin dilinden “Bahçeli evimiz olsa” cümlesi dökülüyor. Ademoğlu için öze dönüşe, fabrika ayarlarına avdete özlemdir bu. Artık rezidanslar, lüks siteler tatmin etmiyor bizi. Hele üst üste yapıştırılmış kibrit kutularını andıran apartman daireleri, bırakalım misafir ağırlamayı ahali için bile ihtiyaçları karşılamaktan aciz durumda.

Mahremiyet anlayışını da yok eden “post-modern” mimari, ister istemez fertlerin ve tabiatıyla toplumun psikolojisini yerle yeksan ediyor. Gazetelerin üçüncü sayfalarına düşen haberleri bu zaviyeden değerlendirmek şart. Halbuki toprakla haşır neşir, ferah mekanlarda ikamet eden; içerisinde bulunduğu geniş ailede sıkıntısını paylaşabileceği birini illaki bulan nesiller, hali hazırda gündemde olan pek çok travmatik vaziyetin altından kalkabiliyor, sıkıntılarını aşılmaz engeller haline gelmeden giderebiliyordu.

Amerikalı çocuk eğitimi profesörü Katharine Kersey, “İnsanın evi, kişiliğinin ve ideolojisinin aynasıdır. Sevginin hakim olduğu haneler, kimseye dar gelmez.” ifadesiyle mekanın ve orada oluşturulan havanın halet-i ruhiyemizi direkt olarak nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Muhabbet de bir tarafa neredeyse aynı evin içerisinde internet üzerinden görüntülü konuşmalar yaptığımız, sosyalleştiğimizi düşündüğümüz halde a-sosyalleştiğimiz, sadece aileye ve topluma değil kendimize de yabancılaştığımız, başkalaştığımız su götürmez gerçek. Ve üzülerek söyleyelim ki, teknoloji bağımlılığı söz konusu süreci son sürat içerisinden çıkılması güç bir noktaya doğru sürüklüyor.

“Toparlanın, evimize iltica ediyoruz!”

“Ne yapmalı?” sorusunu beylik laflar ederek cevap vermek yerine, içerisinde bulunduğumuz konjonktürü esas alarak yanıtlayalım: “Nerede o eski aileler?” nostaljisine kapılmadan “bugün”ün koşulları çerçevesinde yol haritası çizmek elzem.

Kalabalık ama ruhsuz; yüksek, gösterişli, ancak soğuk binalardan müteşekkil; çoğunlukla etrafındaki hiçbir şeyle ilgilenmeyen, insanlara yardımı “başına bela almak” şeklinde yorumlayan kişilerin yaşadığı kentlere mahsus bir çözüm sunulmalı. Her kapının anahtarının, kişinin kendisiyle hesaplaşması olduğu hakikatini yeniden zikretmekte bir beis yok sanırım.

Kainatta düzeltebileceğimiz, “daha iyi” olmasını sağlayabileceğimiz ilk ve en önemli kimsenin kendimiz olduğu gerçeğini unutmamalıyız. Aile olmak, olabilmek tek çare gibi görünüyor. Bunun içinde evimize iltica etmemiz, altından kalkılamaz gibi görünen problemlerin çareleri için evi yegane merkez haline getirmeliyiz.

Anneannenin, babaannenin, dedelerin eksikliğini çocuklarımıza hissettirmemeli; bazen anne-baba, bazen nine-dede, bazen arkadaş, bazen kardeş… Neye ihtiyaçları varsa onu giderecek enerjiyi üretebilmeliyiz. Sıla-i rahimi ihmal etmeden; misafirperverlik, ikram, paylaşma, samimiyet ve sevgi gibi medeniyetimizin, inancımızın salık verdiği, lakin şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş hasletlerin tohumlarını öncelikle evlerimize ekmeliyiz. Dede Korkut’un “Misafir gelmeyen ev yıkılsa yeridir!” nasihatini rehber edinmeliyiz.

Çocuklarımız, küçük yaşlarda canı yandığında, bir ihtiyacı olduğunda yüzlerini evlerine çevirirler. Öyle bir zemin hazırlamalıyız ki evde, bu hissiyat bir ömür boyu değişmemeli. Evlad-ü iyalimiz, her yer karardığında yolunu ve yönünü hanesinde yanan ışığa bakarak bulmalı.

Eğer evdeki kandili tutuşturabilirsek, yalnızca aile efradımızı değil bütün toplumu ışıtır, aydınlık geleceklerin fitilini de ateşleriz. Unutmayalım, boş evler ve kalabalık sokakların bulunduğu görüntüden paha biçilmez tablolar çıkmaz. Şahane eserler üretmek için, mutluluğu evlerimizin duvarları arasında yeşertmeliyiz.

-İbrahim Baran