“Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mana, yalnız mana…” (Necip Fazıl Kısakürek)
Ayasofya, Kutlu Fetih’in remzidir. Türkiye’nin ve İstanbul’un, bir İslam beldesi olduğunun senedidir. İslam’ın/Hilal’in zafer ve üstünlüğünün parlak nişanı; izzet ve itibarının elmas tacıdır. Fatih’in hatırası ve Osmanlı’nın mukaddes emanetidir.
Osmanlı için Ayasofya’nın anlamı
Osmanlı Devleti’nde, Ayasofya Camii’nin ayrı bir yeri ve önemi vardı. İstanbul’un fethinden sonraki ilk Cuma Namazından (1 Haziran 1453) başlayıp, müzeye dönüştürüleceği 24 Kasım 1934 tarihine kadar Osmanlı devlet protokolünde hep ilk sırada yer aldı.
Divan-ı Hümayun toplantıları, sadrazam ve kubbealtı vezirlerinin Ayasofya’da sabah namazını kılmalarından sonra Topkapı Sarayı’na geçmeleriyle birlikte başlardı. Bayram namazları ve kandil geceleri, mutlaka Ayasofya Camii’nde idrak edilirdi.
Ayasofya Camii’nin ve etrafının çevre düzenlemesi ve yapılaşmalar üzerinde hassasiyetle durulurdu. 1573 yılında Mimar Sinan’a gönderilen bir hükümde, Ayasofya Camii civarındaki usulsüz yapıların yıkılması ve caminin sağ ve sol taraflarının 35’er arşın boş bırakılması istenmişti.
Ayasofya’da Kadir Alayları ve gayrimüslimler
Padişahlar, Kadir Gecesi geldiğinde, Kadir Alayı denilen bir alayla Topkapı Sarayı’ndan Ayasofya’ya gelirlerdi. Mübarek kandil, gecenin ve caminin şanına uygun bir şekilde idrak edilirdi.
Kadir gecelerinde İstanbul’daki elçilerin ve pek çok yabancının, camideki kutlama programını mahfilden Müslümanları rahatsız etmeden izlemelerine izin verilirdi.
Zira tekbirler, teravihler, sakal-ı şerif ziyaretleri ve tespih namazları içerik ve görsellik açısından gayrimüslimlere ilginç ve cazip gelir, büyük bir merakla seyretmek isterlerdi. Osmanlı padişahları da, İslamiyet’e ısınmalarına vesile olabileceği düşüncesiyle buna müsaade ederlerdi.
III. Mustafa’nın Ayasofya’da vefatı
Osmanlı padişahlarının istisnasız neredeyse hepsinde Ayasofya sevgisi, aşk derecesindeydi. Bu aşkın numune-i imtisallerinden biri de Sultan III. Mustafa’dır. Padişah, hemen her gün sabah namazlarını Ayasofya Camii’nde tebdili kıyafet içerisinde cemaatle kılmayı âdet edinmişti.
Ancak Rusya’ya karşı girişilen 1768-1774 Savaşlarında Osmanlı’nın, Kırım gibi kıymetli bir kısım topraklarını kaybetmesi, Sultan Mustafa’yı çok üzmüş ve sağlığını bozmuştu. Nitekim 21 Ocak 1774 Cuma günü, çok sevdiği Ayasofya Camii’nde Cuma namazını eda etmek için beklerken fenalaştı. Ezan okuyan müezzinin “Hayya a’lel felah” (Haydin kurtuluşa) dediği bir esnada son nefesini vererek dâr-ı bekaya irtihal etti.
Vahdeddin, çan takılmasını engelledi!
Osmanlı ve padişahlar, şartlar ne olursa olsun Ayasofya’yı her daim gözleri gibi korudular. İstanbul’un 13 Kasım 1918’de fiilen, 16 Mart 1920’de resmen İtilaf Devletleri tarafından işgal edildiği o karanlık yıllarda bile Sultan Vahdeddin, Ayasofya’nın işgal edilmesine, kiliseye dönüştürülmesine ve ayin düzenlenmesine asla izin vermedi.
Aldığı ilk tedbirlerden biri de, kendisini korumak için bırakılan 700 kişilik özel birliği, Binbaşı Tevfik Bey komutasında Ayasofya’ya göndererek şu emri vermek olmuştu:
“Benim hayatımı boş verin! Eğer işgalciler aziz İstanbul’un fetih sembolü olan Ayasofya’ya çan takmaya gelirlerse; benden emir beklemeden ateş açın ve son nefesinize kadar Ayasofya Camii için savaşın!”
Zira Dönemin Bahriye Nazırı Avni Paşa’ya göre, bazı sivri akıllı Rumlar, özel olarak hazırladıkları dev boyutlardaki bir Yunan bayrağını Ayasofya Camii’ne asma hülyasını besliyorlardı.
Rumlar, 5 Şubat 1919’da Ayasofya’nın Hıristiyanlığa tekrar kazandırılması için bir “Kurtuluş Komitesi” dahi kurmuşlardı. Komite, Avrupa başkentlerinde “Ayasofya’nın kurtuluşu için” mitingler tertipleyerek, Avrupalıları tahrik etmeye çalışıyordu.
Dolayısıyla Sultan Vahdeddin’in yaptığı, o zamanın amansız şartlarında büyük bir yüreklilik ve gemileri yakma duyarlılığıydı. İtilaf Devletleri, onca kahredici güçlerine rağmen Ayasofya’yı işgal etmeye ve çan takmaya cesaret edemediler.
Sonuç itibariyle diyebiliriz ki, Ayasofya kiliseye dönüşmemiş ve bu yöndeki hevesler kursaklarda kalmışsa, bunda Sultan Vahdeddin’in rolü katiyen yabana atılamaz.
Büyük zafer ve Ayasofya’da mevlit
Büyük zaferin gerçekleştiği ve İzmir’in Yunan işgalinden temizlendiği haberi İstanbul’a ulaştığında Sultan Vahdeddin, kelimenin tam anlamıyla bayram etti. 1918 yılından beridir büyük bir keder ve “Bir ilahî zaferi daima bekledim!” diyerek özlemle beklediği bu haber karşısındaki sevincini fiiliyata da dökerek saray ve İstanbul halkıyla paylaşma yoluna gitti.
İngiliz arşivlerinde geçen bilgi ve belgeler de bunu doğruluyor: Anadolu’da şehit düşenlerin hatırasına 15 Eylül 1922 tarihinde Süleymaniye Camii’nde ve Ayasofya Camii bahçesinde tertiplenen törenlere iştirak etti, tebaasıyla birlikte saf tuttu ve şehitlerin ruhu için duada bulundu.
İstanbul’da başlayan zafer şenlikleri münasebetiyle Yıldız Sarayı ve diğer sarayların muzafferiyet şerefine donatılmasını istedi. Ardından da Ayasofya Camii’nde mevlit okuttu ve buna bizzat katıldı.
Sultan Vahdeddin’in Ayasofya’da okuttuğu mevlidi, o tarihte İstanbul’da bulunan, İtalyan Elçiliği’nin ikinci katibi Sinyor Piyetro Quaroni de takip etmişti. Sonraki yıllarda “Croguis d’Ambassade” adıyla yayımladığı hatıratında bu mevlidi şöyle anlatacaktı:
“Türk ordusu, bir semti alevler içinde yanan İzmir’e girmişti. Yunanistan’la yapılan harp artık sona ermişti. Birden koca şehri umumî bir hayret sardı. Sultan’ın, Ayasofya’da Türk kuvvetlerinin zaferini tes’id (kutlamak) için, teberrüken (uğurlu olması) mevlit okutacağı duyurulmuştu. Bu, cidden düşündürücü bir haberdi. Zira Ankara Hükümeti, Sultan hakkında fikrini, ona karşı neler taşıdığını artık gizlememekte idi. Ve sultan, kendini de devirecek olan kuvveti zafere ulaştırdığından ötürü Allah’a hamd edilmesini istiyordu.
Tabii bu dinî merasim, bu ibadet, yalnız Müslümanlara mahsustu. Fakat Ayasofya’yı dolduracak müminlerin saflarına karışmak için öyle bir arzu ve meraka tutulmuştum ki, büyük camiye gitmekten kendimi alamadım… Hatip okumasını bitirdi, sonra hutbe okundu ve hutbe biter bitmez, orada bulunanların ağzından bir haykırış yükseldi: “Kahrolsun gavurlar!” Şu anda kendimi bilhassa yalnız ve daha da fazla gavur bulan ben itiraf ederim, hiç utanmadan itiraf ederim ki, ben de, tıpkı onlar gibi gırtlağım yırtıla yırtıla haykırdım: “Kahrolsun gavurlar!”
Namaz, mevlit ve dua bitince sert bir komut duyuldu. Birdenbire beliren iki dizi jandarma, halkı güçlükle ayırdı, dar bir yol açtı. Majeste Sultan, Ayasofya’dan ayrılıyordu. Yanımdan geçerken dikkat ettim: Başını biraz sağına eğmiş, gözlerini hafifçe yummuş, dua okur gibi bir hali vardı. Dirsekleri hâlâ açıktı. Yüzü çok sararmıştı…”
Fetih: 10 Temmuz 2020
Yıllar önce, “Ayasofya’nın 2. Fethi Ne Zaman?” (Somuncubaba, Mayıs 2015) başlıklı bir makale yazmıştım. O gün bugün imiş: 10 Temmuz 2020’de tarih yeniden yazıldı.
24 Kasım 1934’de Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesine ilişkin bakanlar kurulu kararı, 10 Temmuz 2020’de Danıştay tarafından bozuldu ve bir hatadan dönüldü.
Aynı gün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, camiye dönüştürülmesi ve ibadete açılmasına yönelik kararnameyi imzaladı ve ilan etti. Ardından Ayasofya, 24 Temmuz 2020’de kılınan Cuma Namazı ile resmen ibadete açıldı.
24 Temmuz, Ayasofya’nın ve tüm Türkiye’nin bayramı oldu. Ayasofya güneş gibi doğdu ufkumuza; yer gök bayram etti! 86 yıllık esaretten sonra Ayasofya, nihayet hürriyetine kavuştu. Aslına rücu etti, asli hüviyetine tekrar büründü. O günler geri döndü ve yeniden ibadete açıldığını görme bahtiyarlığına nail olduk.
Ayasofya’nın mahzun yüzünde güller açtı ve kubbesi tekrar tekbir sedalarıyla doldu. Tarihçi Hoca Saadettin Efendi’nin Kutlu Fetih ve Fatih’in Ayasofya’ya girişi vesilesiyle söylediği şu söz tekerrür etti: “Çan sesleri sustu; yerini tekbir sesleri, gülbank-ı Muhammedî, zemzeme-i penç-i nevbet aldı.”
Ayasofya 86 yıllık esaret zincirini kırdı ve mağduriyet bitti. Âlemindeki şanlı Hilal ikinci kez parladı ve nura gark oldu. Üzerine uğursuzca çöken Haç’ın gölgesi kayboldu. Ayasofya’nın ve Hilal’in itibarı yeniden iade edildi.
Ne kadar şükretsek azdır…
Batı prangası ve bağımsız Türkiye
Nasıl ki dış borçlar, kapitülasyonlar ve Montrö ile boğazlar üzerindeki kısıtlamalar kaldırılarak genç Türkiye Cumhuriyeti tam bağımsız olduysa, Ayasofya’nın cami hüviyetini yeniden kazanmasıyla, hürriyetimizi kısıtlayan bir zincirden daha kurtulduk.
Türkiye, kuruluş sürecindeki eski Türkiye olmadığını, Batı’ya bağımlı devlet olmaktan çıktığını, hür iradesiyle kendi siyasetini, varlık ve geleceğini tayin edebileceğini ve Batı boyunduruğundan kurtulduğunu bir kez daha güçlü bir biçimde ispatladı. Şeref, itibar ve bağımsızlığımız üzerindeki Batı prangası kırıldı.
Fetih mübarek olsun!
-İsmail Çolak