Öyle sanıyorum ki, her genç bu sözü babasından veya annesinden birçok defa işitmiştir. “Oku, yoksa şunlar gibi olursun. Oku, yoksa sen de sürünürsün.”
Ebeveyn şüphesiz ki bir savunma refleksi ile, bir koruma iç güdüsüyle bu sözü söylerler. Ruh sağlığı yerinde olan hiçbir anne ve baba evladının kötülüğünü istemez. İsteyebilecekleri tek şey, evlatları için en iyi olandır. Bu yüzden yemez yedirir, bu yüzden giymez giydirirler. Kendileri bir sıkıntı çekmişler ise eğer, aynı sıkıntıları çocuklarının çekmelerini istemezler.
Acaba “En iyisi” mi?
Evlatları için en iyi olanı istemek! İşte temel sıkıntı da buradadır esasında. Anne ve baba, evladı için her şeyin en iyisini ister, ama en iyi olarak gördüğü, anlamlandırdığı, arzu ettiği ne varsa mevcut sistemin sunduğu maskelerdir esasında.
Çocuk iyi bir okulda okur, özel kolejlere gider. Bu da yetmez dershanelerde ömür çürütür. Sonrasında arzu ettiği üniversitedeki arzu ettiği bölüme girer. Başarılı bir öğrencilik geçirir, sonrasında yurtdışında master, doktora vs. derken, ya çok uluslu bir şirketin finans departmanında dolgun ücretli bir uzman, dünya ölçeğinde nam yapmış bir inşaat firmasında mimar veya şark görevini tamamladıktan sonra elit bir hastanede doktor oluverir. Kısacası, görev tamamlanmıştır. Anne ve babasının istediği gibi “ötekiler gibi” olmamıştır. Artık sürünmeyecektir, amelelik etmek zorunda kalmayacaktır (!)
Peki, gerçekten çizdiğimiz bu tablo, bir anne ve babanın evladının önüne koymaları gereken temel düstur mudur? Gerçek anlamda İslam şuuruna sahip bir anne babanın evladı için arzu edeceği esas gaye bu olabilir mi? Başarılı bir finansçı, ünlü bir mimar, işinin ehli bir doktor? Bunların yanına 5 vakit namazı, senenin bir ayında tutulan orucu da ekleyelim. Sorunumuz çözüldü mü peki?
Elbette ki bir Müslüman yaptığı bütün işlerde en iyisi olmayı gaye edinmelidir. İster siyasetçi, ister mühendis, ister asker, isterse de kasaba balıkçısı. Fakat bu hedefini gerçekleştirirken, hedefin ötesindeki hedefi, yani yaptığı ve yapacağı her şeyin Allah (cc) için olduğunu bir an bile aklından çıkarmamalıdır.
Her şey “kendim” için (!)
Buradaki ayrımı iyi yapmak mecburiyetindeyiz. Çünkü Müslümanlar şuursuzca, daha doğrusu şuur altının yaptığı baskı ile taptığını sandığı Allah (cc)’ı bir tarafa bırakıp, çağımızın putu Materyalizm ile hayatlarını şekillendirmeye başlarlar. Sanayi inkılabı ile birlikte alevlenen liberalizmin ve her geçen gün adeta bütün hücrelerimize kanser gibi işleyen materyalizmin dayattığı birey modeli “Benim okuduğum okul, aldığım araba, yemek yediğim restoran, giydiğim ayakkabı yalnızca ‘kendim’ içindir!” sloganını kendine şiar edinir.
“Ben okudum, ben kazandım, ben harcarım!” mantığı asla bir Müslümanın kabul edeceği bir söylem olamaz. Edinilen başarı, kişinin nefsani duygularını tatmin etmesi için değil, ihtiyaç halinde olanlara, kendisinin sahip olduğu imkanlara sahip olmayanların sıkıntılarını azaltabilmek için bir araç olabilir ancak.
Anne ve baba evladına nasihat olarak “Oku yoksa sen de onlar gibi sürünürsün!” diye telkinde bulunmak yerine “Oku ki sistemin süründürdükleri için bir şeyler yapabilecek güce erişesin.” demek zorundadırlar. Aksi halde, “ben” olmayı kendine put edinmiş o et yığını, günü geldiğinde kendisine sürekli “Oku, yoksa…” diye söylenip duran anne ve babayı da sokaktaki kimsesizi görmezden geldiği gibi yapayalnız bırakıverir.
“Et yığını” bir birey
“Et yığını” diyoruz, çünkü bedensel ihtiyaçlarını, nefsani duygularını merkeze alıp maneviyatını toprağa gömmüş bir birey, hayvandan farksız bir et parçasıdır. O birey, dışarıdaki insanın sıkıntılarını görmezden gelmiştir. Aynı şekilde yıllar evvel rahminde bulunmaktan başka bir bağı olmayan annesini de görmezden gelecektir. Çünkü annesi ve babası yıllarca ona “ben”lik şuurunu pompalamıştır. Materyalizmin içine hapsolmuş “ben” şuuruna sahip bir insandan beklenen şey, hasta anne ve babasını ziyaret etmek değil, boğaza nazır bir restoranda leziz bir yemek yemek veya vizyona yeni girmiş kaliteli bir filmi seyretmektir.
Yapılan bir araştırma İsveç’te insanların % 63’ünün huzurevlerinde öldüğünü ve bunların % 30’una, son yıllarında hiç ziyaretçi gelmediğini gösteriyor. Bu tabloda anormal bir durum yok esasında. Gayri ahlaki bir durum da söz konusu değil. Çünkü denklemde taşlar birebir yerine oturmaktadır. Çok başarılı dediğimiz, dışarıdan bakan birçok kişinin imrendiği bu ülkede, ekonomik refah seviyesi gayet yüksektir. Fakat kişiler burada “biz” değil “ben” bilinci ile kodlandığı için yaşlanan annelerini ve babalarını görmeyi dahi kendilerine yük olarak görmektedir. Çünkü onun “ben” kümesinde artık bir zamanlar mensubu bulunduğu o aileye yer yoktur.
Tıpkı, eskiden alışveriş yaptığı bir mağaza yerine farklı bir mekan bulup artık alışverişine orada devam ediyorsa, şimdi de eski ailesini çıkarıp yerine kendi eşi veya çocuklarıyla oluşturduğu başka bir aileyi veyahut yakın arkadaş çevresini koymuştur. Eski alışveriş yaptığı mekanı nasıl ki özlemiyorsa veya oraya karşı nasıl ki bir bağ hissetmiyorsa, kendi anne ve babasına karşı da bu bağı artık hissedememektedir.
Şüphe yok ki, bu bağı koparan bizatihi ebeveynin kendisi olmuştur. Evladının başarılı (!) olabilmesi adına ona sürekli “Oku, yoksa…” diyerek, etrafında olan biten bütün sıkıntılara, bütün haksızlıklara karşı sorumsuz ve duyarsız bir ucube vücuda getirdikten sonra, bu ucubenin günün birinde kendilerini de etraftaki o tanımadık, anlamsız ve değersiz yüzlerden biri olarak göreceğini akıl edememişlerdir.
-Halil İbrahim Uğraş