Cumhuriyet dönemi sadece siyasî, hukukî ve iktisadî sahada değil, aynı zamanda edebiyatta da ruh köküne yabancılaşmanın, topluluk halinde bir türlü var olamayışın dönemidir. Osmanlı son dönem edebiyatının izlerini taşıyan ve yazdığı şiirlerle İslam medeniyetinin coşkusunu içinde barındıran Abdülhak Hamid, Yahya Kemal ve Mehmet Akif, bu dönemde var olsalar da dil ve diyalektik açısından önceki döneme aittirler.
Fikirde kumaşı beşinci sınıf terzi elinden çıkmış elbise misali Cahit Külebi, Fazıl Hüsnü, Kemalettin Kamu, Orhan Veli gibi şairler ise şiir yapıları ve içerik olarak Cumhuriyet Dönemi şairleridir. Nazım Hikmet’i bunlardan farklı kılan şey, kendi bünyesinde bir orijinalite belirtip ruhu yabancı, ama seçtiği konuları ile yerli olan bir çizgide oluşu sebebiyledir.
Dönemin şair ve edebiyatçıları üzerinde, bilhassa 1930’lardan sonra İslamî iz, şekil ve yapı, gericilik şeklinde adlandırılarak mahkum edildiğinden, fikir ve edebiyatın her sahasında hızla bir çürüme, bayağılaşma, taklit ve rejim yüceltmesi yer alır. Öyle ki 1950’lere kadar, Üstad Necip Fazıl’ı saymazsak, kimse İslam tefekkür ve estetiğini edebî eserlerde göstermeye, yayınlatmaya cesaret edemez.
Üstad ise “mistik şair, sabık şair” diye mahkum edilmeye çalışılır. Ancak Üstad, 1925’ten itibaren girdiği, 1930’lu yılların ortasında Ağaç Dergisi ile sürdürdüğü, 1943’ten itibaren ise Büyük Doğu ile istikamet verdiği çalışmalarıyla fikir ve edebiyat dünyasına yeni bir soluk üfler. Bir mektep hüviyetinde hem Ağaç Dergisinde hem de Büyük Doğu Dergisi’nde binlerce insan yetişir.
Bunların önemli bir kısmı, kimi Üstadın çizgisinden koparak kimi sımsıkı sarılarak siyasetten ekonomiye, edebiyattan sanata birçok sahada başat rol alır. Bunlardan biri de Sezai Karakoç’tur. Karakoç, Büyük Doğu’daki serüvenini şöyle anlatır:
“…Öte yandan, 1954’ten beri kapalıyken, bu kez günlük gazete olarak faaliyete geçen Büyük Doğu için de elimden gelen hizmeti verebilmek için koşuşturuyordum. N. Fazıl Bey, haftada bir 2/3 sayfa büyüklüğündeki Edebiyat/Sanat bölümünü benim hazırlamamı istemişti. Ayrıca (Bizimkiler) başlığını taşıyan bir fıkra yazıyordum her gün. Burada, günlük gazetelerin eleştirisini yapıyordum. O günün tanınmış gazetelerinin klişeleri de görülen yazıda daha çok başyazıları eleştiriyordum.
O zamanlar, her gazetenin tanınmış bir başyazarı vardı. Her gün yazarak olayların değerlendirmelerini yaparlardı. Bu yüzden, sütunumda, sık sık Nadir Nadi, Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı, Hüseyin Cahid’in yazılarına dokunmaktaydım. Üstad, imza olarak ‘tahlilci’ kelimesini seçmişti: ‘Çünkü, demişti, senin yazılarında hep bir tahlil var.’ Bir yandan edebiyat sayfasını hazırlarken, bir taraftan da fıkramı yazıyordum.” (Sezai Karakoç, “Hatıralar”, Diriliş Dergisi /69, 10 Kasım 1989.)
Hızır’la kırk saate doğru
60’lı yıllar… Zulmün dalga dalga zirve yaptığı yıllar. Menderes’in idam edildiği, İslam olan ne varsa düşman addedildiği, yer yer Müslümanca nefes almanın imkansız hale geldiği yıllar. Nurettin Topçu’nun hareketi, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su olmasa İslamî tefekkür uzun bir zaman sessizliğe bürünecekti. Bu iki sesin tesiri 7 şiddetinde deprem gibi idi.
Bilhassa Büyük Doğu, neredeyse her sayısı toplatılacak ve müellifine ömrünü hapiste geçirtecek derecede surlarda gedik açıyordu. Böyle bir ortamda -henüz 60 darbesi olmadan- Diriliş Dergisi (1960-1992) çıkar. Dirilişi 60’ların sonunda Nuri Pakdil’in yönetimindeki deneme, öykü, söyleşi ve şiirlerden oluşan ve bir sanat dergisi olarak takdim edilen Edebiyat Dergisi takip eder; ardından 70’lerin başında Yeni İstiklal.
Cuntacıların, sol (!) cenah aydınlarına açtığı geniş imkanlardan dolayı şiir, roman, sanat, sinema ve sair alanlarda ağırlıklı olarak “sol entelektüel”lerin eserleri görülür. Örneğin sadece 60’ların ilk yarısında Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt ve Kemal Tahir’in yazdığı kitaplar, yayımlanan roman sayısının büyük bir kısmını oluşturur. Diğer taraftan 27 Mayıs darbecilerinin gölgesinde şiir ve sanat üreten, içinde Metin Demirtaş, İsmet Özel, Süreyya Berfe, Ataol Behramoğlu ve Özkan Mert gibi genç şairlerin olduğu bir grup vardı.
Bunlar hem toplumsal sorunları dile getiriyor hem de şiirlerini kitaplaştırarak yayımlıyorlardı. İkinci yeniciler olarak bilinen Ülkü Tamer, Cemal Süreyya, Turgut Uyar, İlhan Berk, Sezai Karakoç gibi şairlere karşıydılar. Sol cenahta bunlar olurken başta Necip Fazıl olmak üzere Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Mehmet Kaplan, Tarık Buğra gibi Anadolu ruhunun izlerini kaybetmek istemeyen yazarlar, edebi eserler noktasında yok sayılmaya karşı ciddi bir direnç göstermiş ve tüm baskılara rağmen eser verme gayretine girmiştir.
Gençler arasında filizlenen bir dergi olan Diriliş, yer yer uzun aralıklar verse de düzenli olarak felsefî ve edebî yazılar, genç şairlerin şiirleri ile belli bir kesimi kucaklar. Yazarları arasında Şevket Eygi, Erol Güngör, Nevzat Yalçıntaş, Said Çekmegil gibi isimlerin olduğu dergide aynı zamanda Muhammed Hamidullah, A. Sorakin gibi yabancı yazarlardan çeviriler de vardır.
Yayımlanan şiir ve hikayelerde bütüne nüfuz eden metafizik tesir, neredeyse her satırda görülür. Karakoç da bu metafizik şiir anlayışına yabancı durmaz. Şiirlerini, manevi coşku halinde bu metafizik ürpertinin (sevinç de diyebiliriz) sembolleri ile yoğurur. 60’ların sonuna doğru topyekûn insanlığı İslamî dirilişe çağıran yazılar yanında birde ileriki yıllarda şiir kumaşının yol işaretlerini taşıyacak Hızır’la Kırk Saat adlı eserini yayımlar.
Karakoç bir Anadolu tutkunu idi. Maliye Müfettişi olması sebebiyle Anadolu’yu neredeyse karış karış geziyordu. Şiirleri bu yüzden Anadolu kokar, insan kokar, aşk ve muhabbet kokar. Belki Üstad Necip Fazıl çapında bir medeniyet tasavvuru ortaya koyamadı, ama adından bahsettirecek derecede güçlü bir şiir anlayışı inşa etti. Şu satırlar ona ait: “Şiirin gerisinde insan olmalıdır. ‘Her çağda, her şiirle yenilenen’. İnsansız şiir tez ölür. Şiirimizdeki bazı serüvenler, iyi olmayan örnekleriyle tepki ya da ilgisizlik uyandırıyorsa, insansızlıklarından o şiirlerin. Şiirine insan ya da insanlık fonunu koymayanlar kaybedecek…” (S. Karakoç, Edebiyat Mahkemeleri 1, 71.)
Şiirin oluşumu: Pergünt Üçgeni
Kendisinin “Yeni-Gerçekçi Şiir” olarak andığı İkinci Yeni şiiri içinde İslamî kimliği ile bulunan tek şair olan Sezai Karakoç, köklerine bağlı bir ruh ile Batı şiirinin imkanlarını kullanarak eser verir. Ruh kökü itibari ile geleneğe yakın durmaya gayret eden Karakoç’un şiirleri, modern şiirin diliyle yazılmıştır. Tecrid/soyutlama çizgisini izler ancak onu soyut halde bırakmayıp bir vücuda kavuşturur, somutlaştırır.
Diriliş kavramı, bu anlayışın ete kemiğe bürünmüş halidir. Sezai Karakoç için Norveçli yazar Henrik İbsen’in Peer Gynt adlı oyunu oldukça mühimdir. O, şairin genel çizgilerini “pergünt üçgeni” dediği üç ilkeyle anlatır.
“Şair, kendi kendisi olmalı: Eşya, cevherinde şairin kattığı bir şema, bir yamukluk bulmalı; şair, kendi bulanıklığı içinde kendi aydınlığını yakalayabileceği ruh direncini kendi öz olgusunu, şuuruna çıkamayan arı oluş’u aramalı, denemeli. Çelişmeye düşmediğimi belirterek diyebilirim ki, şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu değişmek, başkalaşmak. (…)
Şair kendisine yetmeli: (…) Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yani fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli. Olay şaire nasıl geliyorsa öyle olmalı. (…) En tehlikeli olan ilke. Gerçekte en sağlam olan. (…)
Şair, kendinden memnun olmalı: Eserin şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeye kandırmalı ve bunu da inandırmalı. Ona ‘Beni andırıyor, ah, beni o’ demeli.” (S. Karakoç, Edebiyat Mahkemeleri 1, 71.)
Diriliş ruhu olgunlaşırken
Karakoç, bir şair ve edebiyatçıdır. Şiirde kendi poetikasını yazmıştır. Ama aynı zamanda İslam medeniyetinin yeniden dirilişi için aydınların bir araya gelmesi gerektiğini ifade eden bir diriliş müjdecisidir. 60’lı yılların karanlığında onlarca sayı çıkardığı Diriliş Dergisi’nde bunun hesabını yapmış ve zihninde muhayyileştirdiği Diriliş neslini yetiştirmeye çalışmıştır.
Zaman zaman büyük bir can-ü figan içinde “Ey Azerbaycanlılar, Türkistanlılar, Kafkaslılar, Nijeryalılar, Mısırlılar, Suriyeliler, Bağdatlılar, Amerika’daki Müslüman zenciler, Bosnalılar, Malezyalılar ve daha nice ülkelerde bulunan ve her biri kendi içinde suni ayrılıklarla birbirinin boğazına sarılsın diye kışkırtıcılığın her türlüsüyle karşı karşıya gelen can kardeşlerim! Her türlü doktrin, her türlü baskı, her türlü savaşla kendi öz gerçeğine dönmekten alıkonan gök medeniyetinin çocukları. Ne zaman birbirimizi anlayacak, birbirimize yaklaşacak ve aynı ilhamın bahar sıcaklığındaki doğurucu soluğunu omzumuzda duyacağız?” diye seslenmiştir.
-Ercan Cifci