Mütereddid ve telaşlı adımlarla toprağı çiğnenmiş yollardan yapılmış bir çağda yaşıyoruz. Kalplerini avuçlarının arasına almış, kapı kapı dolaşıp “Bu kimindir?” diye soran yolcuların, birbirine görünmez iplerle bağlı nihayetsiz yolculukların ille de arayıp bulamayışların çağında yaşıyoruz.
Yanlış eşiklerde doğru cevaplar arıyoruz. Tamamlanmak gayesiyle kat ettiğimiz mesafelerden eksilerek dönüyoruz. Arınmak niyetiyle girdiğimiz sulardan kirlenerek çıkıyoruz.
Milletlerin ve kültürlerin, inançların ve lisanların, seslerin ve yüzlerin giderek silindiği, her türlü aidiyetin eğreti bir elbise gibi üstümüzden sıyrılıp atıldığı, çıplak bir oluş cenderesinde ruhların sıkışıp kaldığı bir zamanın gölgesi var üzerimizde. Sınırları, kuralları, kalıpları olmayan bir dünyada hazlarının peşinden koşmak ve hayatta kalmak idealinin gölgesi. Sözde uluslar üstü bir gayenin, küresel bir hedefin özde her zamankinden daha iştahlı ve nefret dolu bir ötekinin gölgesi. Nihayetinde, ruhlarımızın şifasını, yaşayakalmanın özünü bulmak için çıktığımız yolların tümüyle kuşatıldığı bir çağda yaşıyoruz.
Ebedi mağlubluk sendromu
Evet, mağlup olduk. Bedir’i unuttuğumuz için mağlup olduk, Malazgirt’i unuttuğumuz için. Yüzlerce yıldır diriliş çağının gelmesini sadece beklediğimiz, kalplerimizi yoklamadığımız, kalem tutup yazmadığımız, silkinip ayağa kalkmadığımız, yol açıp meşale tutmadığımız için mağlup olduk.
Kimliklerimizi kaybettiğimiz, çağlar açıp çağlar kapatan bir devletin mirasına sahip çıkamadığımız için mağlup olduk. Ancak dünya sahnesinde, mağlubiyetin de galibiyet gibi bir imtihan olduğunu bilerek yaşıyoruz. Amin Maalouf Uygarlıkların Batışı kitabında der ki; “Bir mağlup için en kötüsü, bozgunun kendisi değil, ondan hareketle ebedi mağlubluk sendromu üretmektir. “Ebedi mağlubun inkarcılar olduğunu bilerek, şartlar ne olursa olsun, her çağın diriliş çağı olduğuna inanarak ve iman ederek İslam’ın çağlar üstü ve eskimez buyruğuna, “La tahzen innellahe meana” ayetinin müjdesine sığınıyoruz.
Bu inancı her şeyin öncesine ve ötesine koyuyoruz. Küllerimizden bir ateş tutuşturacak kıvılcımı taşıyan, bu inançtır. Zira diriliş çağını getirecek aksiyonda dirilişi mümkün kılan evvela inanışta diriliştir.
Çağın her türlü vasıtasıyla tahakküm altında tutulan düşüncede sanat ve edebiyatta diriliş, aksiyonda dirilişin diğer basamaklarıdır. Düşünce, sanat ve edebiyatta diriliş ise ancak yüzünü kendi coğrafyasına, kalemini kendi kalbinin yönüne çeviren münevverlerin yetişmesiyle mümkündür. Ancak o zamandır ki, ruhların vahiy nişanıyla dolup taştığı, peygamber iziyle incelip kaynaştığı, hakikat ateşiyle yanıp tutuştuğu diriliş çağının aksiyonda diriliş dönemi başlamış olsun.
Müslümanca yaşamanın belki de en soylu izi, iman ettiklerin için mücadele etmektir. Bu mücadelenin, inanışta, düşüncede ve sanatta dirilişin eylem pratiğine dökülmüş halidir, aksiyon. Bedir’de bir avuç Müslümanı, kafir ordularının önüne çıkaran bu aksiyondur, Hz. İbrahim’e putları yıktıran, Hz. Sümeyye’ye ölümü göze alarak kelime-i şehadet haykırtan, Tarık bin Ziyad’a gemileri yaktıran, Ömer Halisdemir’e tetiği çektiren bu aksiyondur.
Bugün Müslüman coğrafyaların düştükleri ümitsizlik kuyusundan, çaresizlik batağından çıkaracak olan yine aynı aksiyonun gücüdür. Kendi inancından ve köklerinden ilham alarak yetişmiş nesillerin açtıkları cephelerde, ama ille de cesaret ve basiretle girişilecek bir mücadele diriliş ateşini hane hane bölge bölge tutuşturacaktır.
Kararlılık ve azimle bütün Müslüman coğrafyalara yayılan diriliş ateşi, çok uzak olmayan bir gelecekte bütün dünya ufkunu saracaktır. Dünyanın, muştularla gelen hakikate teslim olmaktan başka yolu kalmayacaktır.
Kimlik belgesi arıyoruz
Bugün Müslümanlar olarak, dünyanın yaratılışından bugüne yeni coğrafyalarda, sonsuz ufuklarda, yerin altında yahut denizler ortasında aslında kendi kadim hikayemizi arıyoruz.
Bir kimlik belgesi aradığımız. Bulduğumuzda diriliş çağının müjdecisi olacak bir kimlik. Atlas bir libas gibi sırtımıza geçireceğimiz bir kimlik. İnsan oluşumuzun, insan olarak yaşayakalışımızın bir nişanesi. Millet oluşumuzun, ümmet oluşumuzun, medeniyetler yükseltişimizin bir izi.
Toplumsal bir kimlik belgesi, aradığımız. Biz olmanın bin veçhesiyle sınanacak, ateşiyle yanacak, hikmetiyle çoğalacak, tekrar toparlanmak için mutlaka dağılacak, ama asla kaybolmayacak bir kimlik. Müslüman kimliği, ümmet kimliği. O kimlik ki; yeni doğmuş bebeklerin kulaklarına fısıldanacak, kucağı Türkiye’den geniş annelerin, bakışlarında Halep’ten Gence’ye, Telafer’den Çanakkale’ye ikindi rüzgarları taşıyan babaların ocağından çıkıp yeryüzüne diriliş çağını getirecek.
-Beyza Balaban