Ruhun akılla emzirildiği insan, kendi benliğinin nüktesini anlamaya ve anlamlandırmaya çalışarak yaşar. Akıl, insanın önce yaşama bilinci sonra yaşamdan ölüme yol arkadaşı olur. Mana ve vuzuh arasında duran insan; aklın, varlık ve yokluk arasındaki çizgisini belirleme eylemleri içinde kendini tanımlar. Tanımlama ve tanıma arasındaki fark ise düşüncede var olma görevinin uyanışı ile belirlenir.
Var olmak, yaşam için bir görevinin olduğunu sorgulatır akla. Bu sorgu ile diğer canlılardan ayrılan akıl farkı, eylem olarak insanda zuhur etmeye başlar. Soyut olanları, soyut olanlar arasından çekerek somutlaştırır ve önce kendisinde bulunan soyut kavramların, varlık görevi cevapları ile somut bir bilincin uyanışının merdivenine ilk adımı atmış olur.
Var olmanın görevi
Şahsiyet; aklın sorgulayıp cevapladığı, varlık görevi ile ruh içinde hakiki noktada şekillenmeye başlayarak insanın madde olmadığının dirilişini başlatır. Var olmaktan, var edene varış dirilişini, bir kitap kalkanı giyerek yol azığını belirlemeye koyulur.
Düşüncede diriliş, “var olmanın görevi” ile başlar. Amel ile olgunlaşır. Ahiret bilinci ile zırhını giyer; davet aşkıyla ve insanda kendini tanıma korkusuzluğu ile büyür. Kitap düsturundan aldığı bilincin, ameller zinciri ile kalbi zenginliğe ulaşır.
Düşüncede diriliş eylemleri, insanın kendi kalbinde var edilen Hira’sında, varlığını ve görevini sorgulaması ile belki kırk gün belki kırk yıl kadar bir sorgulama ile akılda zuhur ederek belirginlik gösterir. Yalnızlığını, yalnızlığı kendisine mahsus olana bir yol eyler.
Yalnızlığın, zilletten arınmak hikmetine vararak o yolda, yalnızlığı kendisine mahsus olana dost olmuşlar ile yürümeye başlar. Kendisini ve bulunduğu toplumunun gerek inanış, gerek eylem ve gerekse de sosyoekonomik noktada var edenin, var etme nedenlerinin ehemmiyeti noktasından aramaya koyulur. İnsan bulduğu cevapların ışığında varlık ile tanışmaya başlar. Hira’da “oku” diye nükseden bir korku… Var olmaktan ziyade evreni ve tüm evreni insanda özet kılarak, bunu okumasını emrederek var edenden bir korku…
Korku ve cesaret
Düşüncede diriliş, sorgu evresinden sonra başlamış korku evresinde, kendini örtecek bir eşe, bir dosta doğru koşmak ister. Var edenden korkmanın huşusu, “Kalk ve uyar!” minvalinde kararlı, akıllı bir cesarete dönüşür. Korku ve cesaret, yaratanın büyüklüğünü dile getirme ile düşüncede diriliş görevi bilincinin akla ram olmasını sağlar.
Korkmak da mana kazanır, korkmamak da. İkisi de “neyden” ve “kimden” cevabını bulduğu vakit özgürlüğüne kavuşacak bir Bilal cesaretine dönüşür. Köleler, efendisini tanır. Köle olmanın özgürlük bağı kurulur. Gücü, Bilallerin zayıf bedeninden ibaret olarak görenlere karşı, düşüncenin gerçek kudret olduğunu gösterebilme azmi başlar.
Ne kızgın kumlar ne ağır kayalar, o özgürlüğün bağını koparacak bir güçte olmadığını, düşüncede tohumu yeşeren diriliş ile başlamış olur. Bilaller güçlü, Ümeyye Bin Halef’ler zayıf ve yorgun düşmeye mahkum olur. Artık insan, bugün ve yarınını kuşatacak kadar bir azimle neyi ve ne için düşünmesi gerektiğinin bilincine varmıştır.
Davet ve amel
Düşüncede diriliş; sorgu, korku, dosta koşma, Yaratanı yüceltme evrelerinden davet ve amel evrelerine geçmiş olur. Bugün düşüncede dirilemeyişin de sebepleridir bu evreleri yaşamamak. Düşünce dirilişinin bu evreleri yaşamamasının da en büyük nedenleri: düşünceyi, var olma ve var eden perspektifinden değil de madde ve metafizik ekseninde yormaktan ileri gelmektedir.
Nasıl ki akıl ve zeka arasında ince bir çizgi var ise düşüncede dirilişin -mana ve vuzuh arasında duran insan için- madde ve metafizik sorgulaması arasında da ince bir çizgi vardır. Her şeye madde ve metafizik çemberinden sorgulayıp cevap verme eylemi, başladığın yere geri dönme veya düşünceyi olduğu yerde köreltmekten öte gidememektedir. Sezai Karakoç’un, Diriliş Muştusu kitabında da dediği gibi: “Metafizik, maddeden öteye gidemiyor!”
Düşüncede diriliş, sadece şahsi bir sorun değildir elbette. Toplumsal bir uyanışın şahsiyette bütünleşip topluma yansıtılma çabasıdır. Nübüvvet diye bir kale inşa edebilme amelleri içinde, kendi toplumunu nübüvvet kalesinde muhafaza etme zihninin açıklığıdır.
Eylemlerimizin atası İbrahim’ce davranıp, düşünce dilinin Muhammed’ce olmasını sağlamak, düşüncede dirilişin reaksiyon kavgasıdır. Bu kavgayı verenlerin Bedir’i, Uhud’u yaşaması, diriliş ağacının kök salmasını sağlayan, daimi hayat suyudur. Çünkü dirilişi düşüncesinde yaşayanlar, ölmenin de nedenlerine aklını yormuştur.
Ölmek ama niye? Bu cevabı nübüvvet kalesinin, suffa mektebinde okuyanlar vermiştir. Diriliş, sadece yaşamın sebebi veya görevinden ibaret kalmayıp ölümün de gayesini bulanların yaşadığıdır. Dünyaya ölüm penceresinden bakınca sanki ölümlerden ölüm beğenmeye gelen insan, beğeneceği ölümün de gayesini düşünmek zorundadır.
Bir diriliş ölümü
Diriliş adımı atmak için Hira’da yalnızlığı, korkuyu yaşayanlar; okuma emriyle, kuşandığı kitap zırhının dik duruşu ile cesaretlenenler; Nübüvvet kalesinde kendi öz benliğini, Tek olanın tekliği ile muhafaza edenler; suffa mektebinde amel derslerini yaşamına tatbik edenler, kendilerine bir diriliş ölümü beğenmeden de geri durmadılar.
Varlık sebebinin ne olduğunu bilen diriliş erleri, o sebebi nasıl ki yaşamlarına endekslediler ise aynı sebebi ölümlerine de bir gaye olarak giydirmeyi başardılar. Düşüncedeki bu diriliş sonucu ile ölüme dirile dirile gidebilme gayesini nereden aldığını bilme bilinci ile yaşamlarının düşünce dirilişini şekillendirdiler. Aydınlık ve karanlık zıtlığı içinde İbrahimî bir eylemle Muhammed’ce konuşma duruşu gösterme sanatını icra edebilme nüktesini yaşadılar.
Aydınlık kavramı sadece ışıktan kaynaklı değil, biraz da karanlıktan kaynaklı olduğunu bilen diriliş erleri, sabır ve şükür arasında bir çizgide durmanın imtihanını verdikleri bilincine ulaşmıştır. Şükür edilmemiş aydınlıkların, sabrı verilmemiş karanlıkların düşüncesi, mahareti hep bir mumda arama beklentisiyle hayatlarını geçirmeleri kaçınılmaz olur.
Oysa düşüncesi, Nübüvvet kalesinde muhafaza edilen diriliş erleri, etrafının karanlığını görmeleri halinde kendilerini yakarak, ışık var etme çabasından geri durmayacağı, o sabır imtihanını vermeyi, giyindiği kitabın, “Çalışın ey Davud ailesi! Şükrederek çalışın!” (Sebe suresi, 13) düsturundan öğrenmiştir. Öğrendiklerini yaşamına bağlayan diriliş erleri, aydınlıkların biraz da kendini yakmak gerektiği bilinci ile ömrünü bir mum beklentisinden ziyade geçireceğini bilmiştir.
Düşüncede nübüvvet dirilişi
Sezai Karakoç’un yine diriliş Muştusu kitabında dediği: “Belki hor görülecekler, küçümsenecekler, ezilecekler, unutuluşa terk edilecekler, şüphesiz çilenin her türlüsünü çekeceklerdir. Ama bu ateşten yakıcı imtihanı vermekte sabırlı olur ve dayanırlarsa, şüphesiz, bunun karşılığını göreceklerdir. Bir gün Allah, onlara kapıları ardına kadar açacaktır.”
Şahsiyeti, davranışsal bütünü ve davranışı etkileyeni de düşünce olarak görürsek deriz ki: Düşüncesinde nübüvvet dirilişi yaşamamış, zihnini vahiyle yıkamamış her şahsiyet, kendini kandırmaktan öte bir eylem gösterebilmiş değildir. Biliriz ki, kendini kandıran veya kandırılanlar, kendi olamadığı için benliğine yabancılaşmış düşünceler toplumu var olur.
İnsan neye inanırsa onu yaşar ve neyi yaşarsa öyle ölür. Düşünceyi diriltmeden yaşamak, yaşamı sadece zamandan ve tüketmekten ibaret görme zilletinin çukuruna düşmeye sebep olur. Düşünceyi diriltmek ise “Allah isterse Yahya olur, yaşamı İsmail’in boğazındaki merhamet bulur, Süleyman’ın zenginliği gelir… Sen Musa’nın asasını yeşert kalbinde Kızıldenizler yarılır ve sen Musa’ca bir yaşamla ölürken Firavun ve ardındakiler Firavun gibi ölür.” düşüncesi ile yaşamı manalaştırır.
-Murat Özdemir