- yüzyıl, Müslümanlar için hayli çetin imtihanların yaşandığı bir dönem olarak kayıtlara geçti. I. Dünya Savaşı kaybedilmiş, son demlerinde bulunsa da mazlumları himaye etme vazifesini bihakkın yerine getiren Osmanlı İmparatorluğu dağılmıştı. İslam coğrafyası karış karış bölünerek pek çoğu emperyalist güçlerin tahakkümü altına girmişti.
Bugün Türkiye elinden geldiği kadar geçmişin kendisine yüklediği sorumluluğu ifa etmeye çalışarak zulme maruz kalan toplumlara kucak açmaya gayret etse de, 100 yıl kadar önce sistematik hale gelen sürecin sonlandığını söyleyemeyiz.
2000’lerin başlarına kadar öyle ya da böyle varlığını huzur içerisinde sürdüren İslam alemi, fitili 2011’de ateşlenen ve bölgeyi yeniden dizayn etme projesi olarak adlandırılan yeni depremin artçı sarsıntılarını ensesinde hissetmeye devam ediyor. Libya ve Yemen’de kaos sürüyor; Tunus ve Mısır’da da devrimin mümessilleri susturulmuş yahut geri adım atmaya icbar edilmiş vaziyette.
Suriye ise bu anaforun içerisinde kaybolmaya yüz tutmuş ülkelerden biri. Kapı komşumuz ve bir zamanlar aynı çatı altında ömür sürdüğümüz Suriyelilerin 2011’de başlayan iç savaşın sonucu olarak geldikleri nokta maalesef kelimelerle anlatılmayacak kadar vahim.
Arap Baharı’nın başladığı günlerde diktatörlük rejiminin sona ereceğine dair umutlar, yerini hayal kırıklığına bırakmış durumda. Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, İran gibi ülkelerin satranç tahtasına dönüşen; sömürgeci zihniyetin temsilcileri tarafından ortaya çıkarılan ve desteklenen terör örgütlerinin kol gezdiği ülkede, istikrarın inşası yakın gelecekte pek mümkün görünmüyor.
Acı hikayelerin mazlum aktörleri
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyaya bir görüntü düştü. Suriye’nin Türkiye’ye en yakın bölgelerinden biri olan İdlib’de, 7-8 yaşlarında, dünyanın çilesini omuzlarında taşımak zorunda kalmış ve ailesinin geçimini sağlamak için sokaklarda naylon toplayan Hüseyin’in çaresizliğini anlattığı video, herkesi derinden yaraladı.
Akşama kadar dolaşıp sadece 3 TL kazanabildiğini, bu parayla da ekmek veya domates alabildiğini söyleyen küçük çocuk, belki de hiç birimizin dönüp bakmayacağı bir şeye sahip olabilmeyi hayal ediyor: Topladığı plastikleri taşıyabileceği el arabası!
İdlibli Hüseyin, kuşkusuz bu süreçten etkilenen ilk ve tek çocuk değil. Suriye İnsan Hakları Ağı’nın verdiği rakamlara göre yalnızca rejim tarafından ülkede katledilen çocukların sayısı 30 bini aştı. Kaçak yollarla Avrupa’ya gitmek üzere Akdeniz’in soğuk sularında hayata gözlerini yumanlar cabası.
Bir şekilde türlü tehlikeleri atlatarak Batı’ya ulaşabilenlerin akıbeti de meçhul. Ülkelerinde kalanlar için ise hayatın ne kadar çileli hale geldiğini anlamak için bugün saldırıların nispeten daha az olduğu İdlib’deki Hüseyin ve onun gibi çocuklara bakmak yeterli.
Esad yönetiminin kontrolündeki mahallerde baskı altında var olma mücadelesi verenlerin ahvalini düşünmekse insanı ürpertiyor. Irak’ta, Filistin’de Doğu Türkistan’da, Arakan’da ve bilumum mazlum topraklarda yıllardır bombaların altında, silahların gölgesinde nefes alan, anne ve babaları işkenceye maruz bırakılan çocuklar; tarihin içerisinden çıkıp gelerek kendilerini kurtaracak merhametli elleri bekliyor.
Yapılması gereken yardıma koşmaktan fazlası
İnsan hakkı savunuculuğu mevzu bahis olduğunda mangalda kül bırakmayan, lakin canı yanan Müslümanlar olunca suskunluğunu “muhafaza eden” devletlerden hareket beklemek anlamsız. Kendi çıkarları doğrultusunda savaşları başlatan, milletleri birbirine kırdıran, sivil katliamlarını körükleyen egemenlerin, akan masum kanlarını durduracağı düşüncesi hayalden öte bir anlam teşkil etmiyor.
Kısıtlı imkanlarla, kimliğini sormadan düşene kol kanat geren Türkiye’nin çabaları ise vicdan kelimesini lügatlerden silen dünyanın pervasızlığına rağmen az da olsa yüzleri güldürüyor. Ölümle burun buruna gelen milyonlarca kişiye kapılarını açan Türkiye, cinayetlerin soykırıma dönüşmesinin önüne geçmiş oldu. Fakat bununla da yetinmemek gerekiyor.
Türkiye daha fazlasını yapabilmek için güçlü olmak ve elindeki nimetlerin değerini bilmek zorunda. Öncelikle bağımsızlığın ehemmiyetini etrafına bakarak idrak edebilmeli ve onu yitirdiğinde başına neler gelebileceğini zihninde sık sık canlandırmalı. Ve elbette karşı karşıya kalabileceği musibetlerden arınmanın tek yolu olan birlik ve beraberliği olgunlaştırmak ana gayesi olmalı.
Farklılıkları fırsatlara dönüştürebildiği ölçüde güçlü olabileceğini unutmamalı. Hz. Mevlana; “Bir mum, diğerini tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.” diyor. Türkiye, tefrika zehrinden kurtularak uhuvvet çiçeğini yeşertebilirse, yalnızca çevresine fayda sağlayacak mum olmanın da ötesine geçerek bütün dünyayı aydınlatacak güneş olabilme potansiyeline sahip.
Yazımızı irfan ehlinin hikmetli, sözüyle bitirelim: “Mazlumun gözyaşı ebabil kuşlarının gagasındaki siccilin taşları gibidir. Aktığı her yeri yakar.” Zalimler zulmetme, kimileri de üç maymunu oynama konusundaki “kararlılığından” vazgeçmezse İdlib’li Hüseyin ve onun temsil ettiği mazlumların gözyaşları bütün dünyayı yakacak.
-İbrahim Baran