İnsanoğlunun dünya serüveni, insanlığın babası Hz. Adem’in yeryüzüne inmesiyle başlar. Kuran’ın bildirdiği üzere Allah Teala ilk insan olarak Adem aleyhisselamı yaratmış ve ona kendi ruhundan üflemiştir. Daha sonra Allah Azîmüş-şan hazretleri tüm meleklere Hz. Adem’e secde etmelerini bildirmiş, ancak şeytan kendisinin ateşten, Hz. Adem’in de ise topraktan yaratıldığını öne sürerek üstünlük iddiasında bulunmuştur.
Bu davranışıyla Allah Teala’nın emrine karşı gelen şeytan cennetten kovulmuş ve Allah’tan kıyamete kadar süre istemiş, Allah Teala da kendisine bu süreyi vermiştir. Bu süre içerisinde de insanları azdıracağını ve saptıracağını söylemiştir.
Yüce Rabbimiz, Hz. Adem ve eşi Havva’ya cennette diledikleri gibi yiyip içmelerini ancak bir ağaca yaklaşmamalarını, ona yaklaşırlarsa zalimler olacaklarını bildirmiştir. Nitekim şeytan Hz. Adem’i türlü kelimelerle aldatmış o ağaçtan yemesine sebep olmuştur. Allah Teala emrine uyulmamasının neticesi olarak Hz. Adem ve Havva’yı yeryüzüne indirmiş ve kıyamete kadar orada kalacaklarını bildirmiştir.
Kurallar manzumesi
Kıssada da görüldüğü üzere insan, her ne kadar Allah’ın yeryüzünde ki halifesi olsa da hayatını belirli bir kurala göre yaşamak zorundadır. Aksi halde nefsinin veya şeytanın direktifleri doğrultusunda özüne aykırı, hatalı işler yapmakta ve ezeli düşmanı şeytanın oyunlarına gelmekte, ona karşı olan cihadında başarısız olmaktadır.
Bu yüzden her bir peygamber gönderilirken belirli bir kurallar manzumesini de beraberinde getirmiştir. Bu kurallar manzumesi (şeriat) Adem aleyhisselamdan başlayarak Efendimiz Muhammed Mustafa (sav)’e kadar gelmiş ve onun getirdiği şeriatla son şeklini almıştır.
O’nun getirmiş olduğu şeriatla taassubun, irticanın pençelerinde inim inim inleyen insanlık, yeniden özüne dönerek rahat bir nefes almıştır.
Bu öyle bir nizamdır, insanoğlunun varoluşundan beri süregelen bütün nizamlar kemâlini kendisinde bulmuş, nefsinin ve şeytanın kölesi olarak hayvanîleşme yolunda emin adımlarla ilerleyen insanlık özüne dönme lezzetini onda tatmış ve yine ilk peygamber Hz. Adem’den bu yana süregelmiş olan din mefhumu bütün hatlarıyla nihayetini onda tamamlamıştır.
Habib-i Kibriya Efendimiz (sav) de Hz. Adem’den kendisine kadar gelen dönemin sonunda Ademoğlunun kızılelması olan insan-ı kâmil kavramının en ileri örneğini kendinde tahakkuk ettirmiştir. Burada karşımıza insanoğlunun hem maddesini hem manasını bütün uçlarıyla ihya edecek iki numune çıkmaktadır; birincisi maddi alemi tümüyle ihata eden ideal devlet fikri İslam, diğeri insan kavramının en kâmil örneği olan Hz. Muhammed Mustafa (sav).
Önce ruhumuzu mamur etmeliyiz
Devleti ayakta tutan insandır. İnsan, öncelikli olarak ruhunu yani manasını ihya etmeli, sonra maddî dünyanın imarıyla uğraşmalıdır. Efendimiz (sav)’in sünnet-i seniyyesine uygun olan da budur. O, öncelikle Hira Dağı’nda, çeşitli uzletlerde, hatta halkın içerisinde, nefsini tezkiye ederek ruhunu mamur eylemiş, sonrasında maddî dünyanın imar edicisi, nizamların nizamı olan İslam’ı ortaya koymuştur.
O’nun bu hâli pür melâlini en ileri nükteleriyle madde ve manalarına sindirmiş olan Hulefa-yı Raşidin, Arap Yarımadasının en mahrem yerlerine dikilen bu sancağı devralarak, onu üzerinde küfrün hüküm sürdüğü en ırak topraklara dikmişlerdir.
Neticede davaların davası olan İslam’ın cihan hakimiyeti süreci başlamış, dalga dalga yayılan bu süreç din-i mübinin Hindistan’dan Mora Yarımadasına, Viyana’dan Güney Afrika’ya yayılmasını sağlamıştır. 16. yy.de kadar devam edegelen İslam’ın bu parlak yükselişi, müesses nizamın dünyanın dört bir yanına ulvî adaletini götürmesini sağlamış, gittiği her yere kendisinden bir filiz tohumu bırakmıştır.
Ancak 16.yy.den sonra başta Osmanlı olmak üzere İslam aleminin en mahrem noktalarına kadar yaşamış olduğu mana zaafiyeti süreci, Müslümanların yaşama gayelerini uzun bir müddet bulamamak üzerine kaybetmelerine neden olmuş, Osmanlı ile birlikte Müslümanların gerileyişi, ruhî muhasebelerini kaybetmeleri sonucunda başlamıştır.
Batı İslam hariç tüm sistemleri denedi
Hal böyleyken, kendini skolastik düşüncenin yağlı ilmeğinden kurtarmaya çalışan Batı, Rönesans ve Reform hareketleriyle, çareyi, dini tamamıyla hayatından çıkarmakta bulmuştur. Eşya ve hadiselere teshir ederek modernleşmek isteyen Batılı, dini, buna en büyük düşman olarak görmüştür.
Fakat bu, onun, zaten sarsılmış olan ruhî yapısını kaybetmesine, o temeli maddecilik cereyanları içerisinde derinliğine aramasına, o nispette de bulamamasına neden olmuştur. Bugünkü tabloda Batı, denemesi gereken bütün sistemleri denemiş ve yıllarca divanelik derecesinde aramış olduğu o ruhî muvazeneyi hiçbirinde bulamamıştır. Geride tek bir sistem kalmıştır denenmedik, İslam…
Maddeciliğin getirmiş olduğu ruh açlığı içerisinde kıvrananların ilacı, ne komünizm ne de kapitalizmdir. Bu buhranın tek reçetesi, madde ve manasıyla, zahir ve batınıyla mükemmel bir uyum teşkil eden, nizamların nizamı İslam’dır. Bunun uygulanması da tüm cihanı ihata edecek bir inkılap ile mümkündür.
Derin Müslümanlar
Evet, dünya bir inkılap beklemektedir. Ancak dünya üzerinde gerçekleştirilen her inkılabı tertipleyen bir sınıf vardır. Bizim inkılabımızın tertipleyicileri de; Derin Müslümanlar ve çilekeş fikir soyluları sınıfıdır. Peki derin Müslüman kimdir?
Derin Müslüman, yalnızca bir din ve inanış biçimi olmaktan ziyade, hayatı maddî ve manevî, ferdî ve içtimaî, zahiri ve batınî bütün alanlarıyla ele alan İslamiyet’i, asliyetinden ve şahsiyetinden zerre feda etmeksizin hayatına tatbik gayretinde olan ve her daim ruhunda, merkezinden muhitine İslamiyet’in santim santim kol gezdiği o ulvî ülkenin hayalini barındıran ve bir gün bu mefkûreye ulaşacağı düşüncesiyle, Allah yolunda var gücüyle cihad eden kişidir.
Bahsettiğimiz inkılap bu kişilerin omzunda yükselecek ve kör dünyanın göbeğine “Hak yol İslam” yazısını nakış nakış bu kişiler yazacaktır. 21. yüzyıl Müslümanlarının en girift meselesi bu zümreye dahil olma mevzusunda yatmaktadır…
-Mehmet Zahid Meğrili