DosyalarSöyleşi

Saadettin Acar: Geçmişten Geleceğe Giden Yolda Günümüzdür Mühim Olan

1.89BinOkunma

Sezai Karakoç’un okuduğunuz ilk kitabı nedir?

Yitik Cennet.

En sevdiğiniz ve istifade ettiğiniz kitabı nedir?

İslam ve Gün Doğmadan.

Sizi en çok etkileyen sözü nedir?

Müslüman, İslam’ı öyle sağ ve diri, canlı yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin.

Sezai Karakoç’un en belirgin kişilik özelliği nedir, tek kelimeyle hangi yönünü vurgulamak istersiniz?

Duruş. Müstağni ve zahidane duruşu.

Sezai Karakoç Türkiye için ne ifade eder?

O, Türkiye’nin kalbi ve aklıdır. Türkiye’nin mücessem bir hale dönüşmüş ruhudur.

Diriliş kavramının en öz tarifi nedir?

Diriliş, iki asırlık çözülüş ve çöküş döneminden sonra yeniden ayağa kalkma için; özgün, ayakları bu topraklara basan ve İslam ümmeti için sahici ve samimi çözümler öneren/geliştiren bir fikir ve sanat hareketidir.

Sezai Karakoç’un hayatınıza ve düşünce dünyanıza katkısı ne oldu?

Sezai Karakoç’tan öncesi ve sonrası vardır benim hayatımda. Onu tanıdıktan sonra bende çok şey değişmiştir. En önemlisi de bana umut, özgüven aşılamıştır.

 

Öncelikle, siz diriliş fikriyatıyla nasıl tanıştınız ve bu mevzubahis fikri ve hareketi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Diriliş fikriyatıyla tanışmam Üstad Sezai Karakoç’un kitaplarıyla tanışmakla başladı. Kitaplarıyla karşılaştıktan sonra sarsıldım, çarpıldım desem yeridir. Tabi böylesine büyük bir fikir ve sanat adamıyla karşı karşıya olduğumun farkına varamadım başlarda. Daha sonra Sezai Karakoç’un kitaplarını okudukça onun fikir dünyasına açılma imkanı buldum.

Bu fikriyat içerisinde bizi bir şekilde ruhumuzla tanışmaya çağıran bir ses vardı. Öte yandan bu sesin samimi ve kalpten geldiği belliydi çünkü kalbe hitap ediyordu. Bu ses bağırmıyordu. Bu seste coşku vardı, umut vardı. Bir sanatkar sesiydi, dolayısıyla büyüleyiciydi. Nesir de olsa nihayetinde bir şair yazıyordu bunu.

Daha sonra sakin ve soğukkanlı bir şekilde onu anlamaya çalıştım. Sezai Karakoç bize ne söylüyordu? Şunu gördüm: Sezai Karakoç bu topraklarda son 200 yıllık Batılılaşma süreciyle başlayan çöküşümüze karşı, ayakları bu topraklara basan bir çözüm önerisi sunuyor. Bunun için çırpınıp duruyor.

Tüm çabası nasıl yeniden ayağa kalkabiliriz, nasıl dirilebiliriz sorusuna bir cevap arayışından ibarettir. Çeyrek asır önce karşılaştım onun cümleleriyle. Bugün şunu söyleyebiliyorum: Diriliş fikri, özgün, samimi ve ümit vaad eden bir reçetedir.

Sezai Karakoç’un bilhassa diriliş konulu eserlerini mülahaza ettiğimizde müthiş bir gelenek müdafaası görüyoruz. Gelenek mefhumunu menfi manada ele alan modern anlayış göz önüne alınırsa üstadın geleneği moderniteden ayırmanın mümkün olamayacağı fikrine bakış açınız nedir?

Sezai Karakoç’un bu millete yaptığı en hayırlı işin gelenek meselesine dair yaptığı çözümleme olduğunu düşünüyorum. Hem fikri anlamda yaptığı çözümleme hem de eserlerini üretirken gelenekle kurduğu fiili ilişki bizim için çıkış yolu içerebilecek örneklikler barındırıyor.

Burada iki durum ortaya çıkmaktadır. Birincisi şudur: Gelenek sahibi olmakla gelenekçilik farklı şeylerdir. Gelenekçilik, geçmişi dokunulmaz kılar. Onu lâ-yus’el görür, kutsar. Bu sorunlu bir bakış açısıdır. Bizlere buradan bir fayda gelmez. Bunun tam karşısında ise gelenek sahibi olmak var. Gelenek sahibi olmak şudur: Bir geçmişimiz var, onu inkar edemeyiz, yok sayamayız. Ama onu gelenekçilikte olduğu gibi kutsallaştıramayız da. Hatalarımızı görürüz, onu eleştiririz ama yine onu kabul ederiz. Bu geçmişimizi kutsadığımız anlamına gelmez.

Gelenekçilik yapmak ciddi bir sorundur. Buna karşılık, gelenek sahibi olmayı gelenekçilik yapmakla suçlamak başka bir sorundur. Sezai Karakoç’un bu mesele için ürettiği çözüm budur: Doğrusuyla yanlışıyla bir tarihimiz, medeniyetimiz, geleneğimiz var. Biz geçmişten bugüne gelen bu birikimi her şeyden önce anlamalıyız. Sonra geçmişte işlediğimiz kusurlarımızı görüp aynı hataları tekrarlamamak için yapmamız gerekenleri düşünmeliyiz. Ayrıca, bu birikimin doğrularını bugüne nasıl taşımamız gerektiğini düşünmemiz gerekir.

İkinci durum ise şudur. Sezai Karakoç bizim birikimlerimizi okudu, anladı ve bir resim çıkardı ortaya. En önemlisi de, bu geleneğin ruhunu kavramaya çalıştı. Peygamberden peygambere, ariflere, alimlere bırakılan o ruh neydi? Bunun cevabı Sezai Karakoç’a göre geleneğin içinde aktarılagelen o ruhtur. Bu ruhu, manayı yakalamaktır önemli olan.

Bu ruhu idrak ettikten sonra onun hangi biçimde ifade ettiğinizin çok bir önemi yoktur. Kanaatimce, Sezai Karakoç o ruhu buldu ve o ruhun üzerine bugünün diliyle yeni bir elbise giydirdi. Bu yüzden onun şiiri modern şiir olarak kabul edilir. Halbuki o geleneğin içinden konuşur. Geleneğin ta kalbinden seslenir. Bu çok hayati bir meseledir.

Şu önemli duruma da değinmek istiyorum. Geleneğin cazibesine kapılıp geçmişe giden ve orada kalıp toparlanamayan, kendine gelemeyen insanlar vardır. Bu insanlar geleneğin cazibesinden kurtulamadıkları için gelenekçilikle bugüne geri dönüyor. Tabir caizse onun karşısında sarhoşluğa kapılıyor.

Öte yandan geçmişe gidip orada sadece hatalar gören insanlar da var. Onlar geleneği tamamen reddediyor, yok sayıyor. Onlar yaşanılan bütün kötülüklerin sorumlusu olarak geçmişi gösteriyor. Burada önemli olan, geçmişin kusurlarını edep dairesinde eleştirebilmektir. Sezai Karakoç bunu yapmıştır.

O, geçmişe gitmiştir ve oradan kendisi olarak geri dönmüştür. Dönerken de o ruhu bizim için yeniden yorumlamıştır. Modern zamanlarda kaybettiğimiz şey de bu ruhtur aslında. Biçim, şekil, form bir yere kadar elbette önemlidir. Ama ruhu ıskalarsak biçimin hiçbir değeri olmaz. En büyük sorunumuz, kanaatimce o cevheri yitirmektir. Üstad Sezai Karakoç’un benim nazarımda en büyük özelliği gelenekle kurduğu bu sahih ilişkidir.

Bu mevzuya değinmişken şu soru akla geliyor. Üstad eserlerinde biçimden ziyade bahsettiğiniz ruhu bulmayı mı amaçlamıştır?

Kesinlikle bunu amaçlamıştır. O asla biçimciliğe takılmamıştır ve ona kutsiyet atfetmemiştir. Onun amacı şekil değildir çünkü. Fakat bu demek değildir ki biçim onun için önemsizdir. Aksine o, üslubun kıymetini bilmektedir. Zira, manayı taşıyan üsluptur, ruhu taşıyan biçimdir.

Burada demek istediğim anı değerlendirmektir. Geçmişten geleceğe giden yolda günümüzdür mühim olan. Anın vacibini yapmaktır aslolan. Bu da ruhun, özün idrak edilmesiyle olur. Anın kıymetini bilmeye sufiler “ibnu’l-vakt” olmak derler. Yani, vaktin çocuğu olmak… Sezai Karakoç bana göre tam olarak ibnu’l-vakttır. Anın değerini ve gereğini bilip onun hakkını vermiştir.

Sezai Karakoç’un tabiriyle “tüm insanlığın birikimini miras alan” bir milletin fertleri olarak, bize düşen vazife nedir?

Sezai Karakoç kendi görevini tanımlarken bize de görevimizi hatırlatıyor aslında. O, geleneği okuyup, idrak etmek ve onu devam ettirmek görevini yerine getirmiştir. Kendisini geleneğe eklemlemeyi başarmıştır. Biz de onun bıraktığı yerden daha ileriye gitme çabası içerisinde olmalıyız. Onu taklit etmek, onu tekrarlayarak hareket etmek doğru değildir. Sezai Karakoç’u okuyup anlamak bizim en önemli mesuliyetimizdir. Biz onun geçmişe ve geleceğe karşı duyduğu alakadan esinlenerek bu yolu takip etmeliyiz.

Unutmamamız gereken şudur: Taklit ve tekrar geleneğe süreklilik kazandırmaz, onu dondurur, öldürür. Bütün mesele kendimiz olabilmek, kendi sesimizi, üslubumuzu ortaya koyabilmektir. Bunu yaptığımızda Sezai Karakoç’u çoğaltmış, derinleştirmiş oluruz.

Peki, Sezai Karakoç’un anlaşıldığını düşünüyor musunuz?

Elbette Sezai Karakoç’u anlayanlar vardır. Esasen topluma rehberlik edecek olan insanların onu anlaması yeterlidir. Bu diğer insanlar onu okumasın, anlamasın manasına gelmez. Onu anlayıp onun davasını sürdürmektir önemli olan.

Ben Sezai Karakoç’un anlaşılmaya çalışıldığını görebiliyorum. Bu hususta özellikle son yıllarda büyük bir gayret var. Şunu da ifade etmekte fayda var; Türkiye’de sanat, fikir, siyaset ve akademi alanında İslam adına konuşanların üzerinde Sezai Karakoç’un büyük etkisi vardır ve tümü de bunu kabul eder zaten.

Ben Sezai Karakoç’un yaklaşık bir asır daha bu etkisinin devam edeceğini düşünüyorum. Önceki sesler nasıl Sezai Karakoç’a evrildiyse, vakti geldiğinde aynı şekilde onun sesinin de başka bir sese evrileceğini düşünüyorum.

Bu mevzudan hareketle kısaca ifade etmek gerekirse sizce İslam coğrafyasının kurtuluş reçetesi nedir?

Tabi benim haddim değildir böyle reçeteler sunmak. Fakat büyüklerimizden okuduklarımızı ve anladıklarımızı ifade edebilirim. Biz uzunca bir zamandır büyük bir sarsıntı yaşıyoruz. Batılılaşma denilen bir musibetten çıkış yollarını arıyoruz. Kendimizi arıyoruz. İslam coğrafyasının farklı yerlerinde ortaya çıkan hareketler bu reçeteyi bulmaya yönelik atılımlardır. Ama maalesef yaralarımız daha da derinleşmiştir, coğrafyamız tarumar olmuştur.

Şunu hatırlamalıyız ki, biz Müslümanız ve Rasim Özdenören’den ödünç alarak söyleyecek olursak bizim, “Müslümanca Yaşamak” gibi bir silahımız var. Hakiki anlamda biz Müslümanca yaşamanın yollarını bulabilirsek toparlanabiliriz.

Müslümanca yaşamak, bütün bu konuştuğumuz meseleleri içerisinde barındırmaktadır. Yaşamanın yanında düşünmek de önemlidir elbette. Düşünmeden yaşamak Müslümanca bir duruş değildir. Müslümanca yaşamaya başladığımızda zaten bu durum bize reçetelerini gösterecektir.

Günümüzde maalesef dini anlatmak, konuşmak, savunmak yaşamanın önüne geçmiştir. Dini yaşamadan anlatmak yanlışına düşülmüştür. Yaşamak önemsenmez olmuştur. Sanki buralardan başlamak gerekir diye düşünüyorum acizane.