İnsanlık tarihi, ibretlerle dolu hadiselere sahne olmuştur. Zaman zaman tarih Firavunlara ve Firavunvarî nizamlara şahit olmuştur. Hz. Âdem (as)’den Hz. Muhammed (sav)’e kadar bütün peygamberler insanlığın felaketi olacak batıl nizamlarla mücadele etmiştir. Efendimiz(sav)’den sonra ise hak ve batılın mücadelesi bitmemiş, O (sav)’nun izinden giden ümera, ulema ve evliya zulüm sistemleri ile mücadele etmeye devam etmiştir.
Çağımız da bir Firavunvarî nizama sahne olmaktadır. Dokuz pulun bir, bir pulun dokuz kişiye taksim edildiği, insanlığın demir çarklar altında ezildiği, kurulan terör örgütleriyle mazlumların kanının oluk oluk akıtıldığı, toplumların tüketim çılgınlığı ile köleleştirildiği ve en önemlisi de türlü psikolojik hileler ile katiline aşık maktuller haline getirildiği adına uzay çağı denen 21. yüzyıl…
Bu kadar aleyhte gelişmenin var olmasına, zalimlerin kemmiyet açısından mukayese dahi edilemeyecek bir üstünlüğe sahip olmasına ve insanlığın adeta büyülenmiş bir şekilde birbirinin basmakalıp aynısı olmak suretiyle yok oluşa adım adım gitmesine rağmen umut vardır. Tarih bizlere defaatle göstermiştir ki, hak gelir ve batıl zail olur.
Bütün bunların ışığında yazımızın maksadı, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundaki hadiseler göz önüne alınarak tarihin nasıl bir oluşa gebe olduğunu anlatmaya çalışmaktır. Yoksa maksadımız kronolojik manada bir tarih okuması yapmak değil, tarihi adeta bir şahit olarak konuşturmak suretiyle “Diriliş muştusu” için yol haritası çizme gayretidir. Bu doğrultuda gayret bizden Tevfik yüce Mevla(cc)’dan…
Dört taraftan kuşatılmış olmak
Bugün İslam dünyasına baktığımızda gerek iktisadi manada, gerekse de içtimai anlamda bir kuşatma altında olduğunu anlıyoruz. Firavunvarî nizamı müesseseleştiren çağımızın Ebu Cehillerinin para, silah, teknoloji ve insan gücü açısından maddi manada Müslümanların oldukça ilerisinde bulunduğunu görüyoruz. Bu durumun maddi ve manevi etkilerinin yanı sıra psikolojik bir etkisinin de bulunduğunu söyleyebiliriz. Müslümanların mağlup ve mağdur olmalarının suçunu -bu psikolojiden kaynaklı olarak- kendilerinde bulduklarını ve katillerinin ideolojileri ile körpe dimağlarını kirletme yolunu tuttuklarını görüyoruz.
Bundan asırlar öncesine baktığımızda, 13. yüzyılın sonlarına doğru bir yolculuk yaptığımızda, muhteva açısından farklı olmakla beraber Müslümanların akıbeti açısından bugüne benzer hadiselerin vukuu bulduğunu görmekteyiz. Doğu’da Moğol, Batı’da Haçlı belası arasında sıkışmış ve kendi içinde ki birliğini kaybederek paramparça olmuş bir ümmet… Tıpkı bugün olduğu gibi dört taraftan kuşatılmış ve umudu tükenmeye yüz tutmuş bir ümmet…
En küçüğü en büyük yapan: Allah davasına hizmet aşkı
İşte bu çağlarda Söğüt’te bir avuç insandan müteşekkil Ertuğrul Gazi’nin aşireti Kayılar, insaniyet ve İslamiyet adına mücadele etmiştir. Ertuğrul Gazi ve oğlu Osman Bey’in açtıkları ufuk evlatlarına asırlarca sürecek kudretli ve izzetli bir devletin temellerini atmıştır.
Bu küçücük aşiret önce beyliğe, sonra devlete ve 150 yıl gibi kısa bir sürede bir imparatorluğa dönüşmüştür. Çünkü kemmiyet açısından küçük, keyfiyet açısından ise muhteşem bir büyüklüğe sahip bu aşiret, kuru kavga peşinde koşmamış ve Allah davasının sancaktarı olmak için gayret göstermiştir.
Bu aşireti beyliğe çevirerek devletin temellerini atan Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye nasihatinde de bu dava aşkını müşahede etmekteyiz: “Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Bu âlemde benim maksadım, gayem hep dinin zaferi oldu. Sana da bunlar yaraşır.”
Allah davasına hizmet aşkı dört tarafı bela ve musibet ile sarılı bu küçük beyliğin önünü açmıştır. Kendilerini Allah ve Resul davasına adamalarının mükâfatı olarak Cenab-ı Hak onlara nice muvaffakiyetler vermiştir. Sadece Murad-ı Hüdavendigar ahir ömründe şahsen katıldığı 37 muharebenin tamamında muvaffak olmuştur.
Düşmanın madde planındaki gücü ve Müslümanlardaki umutsuzluk
Yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, bugün müesses nizamın savunucusu olan çağın Ebu Cehilleri madde planında oldukça kuvvetlidir. Hak ve bâtılın müdafileri arasındaki bu güç farkı Müslümanları umutsuzluğa mahkûm etmektedir. Yine Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihlerine baktığımızda bu duruma benzer bir ahvalin var olduğunu söyleyebiliriz. İslam coğrafyası Moğollar tarafından tarumar edilmiş ve Müslümanlar -bugünkü gibi- birlik sağlayamamışlardır. Yani çarelerin tükendiği ve umudun esamesinin okunmadığı bir çağda ortaya çıkan Osman Gazi “Bismillah” diyerek işe koyulmuş ve ümmeti tek sancak altında toplamak için kolları sıvamıştır.
Zaferin anahtarı: Düşmana karşı güç toplamak
Osman Gazi, yaşadığı dönemde çağının gerekliliklerini iyi tanımış, düşmanının zayıf yanlarını tespit etmiş ve onlara karşı güç toplamıştır. Bu doğrultuda yalnızca düşmana karşı silah ve asker biriktirmek ile yetinmemiş, kendisini de liderlik/ilm-i siyaset alanında geliştirmiş ve çağına damgasını vurmuştur. Onun liderlik konusundaki başarıları birçok tarihçi tarafından kabul görmüştür. Bu doğrultuda Gibons, “Osman icazkâr bir şahsiyyetti; öyle bir şahsiyyet ki kabiliyyetleri itibariyle kendisiyle rekabet edecek olanlar veya ona faik bulunanlar bile maiyyetinde seve seve hizmet ederdi” demiştir.
Osmanlılar, zalimlere karşı zelil olmamak için güç toplamışlardır. Bu yolda anadan, yardan ve arkadaştan geçmişler, adeta ömürlerini at sırtında geçirmişlerdir. Bu büyük himmet karşısında menzile de varmışlardır. Bunun yanı sıra onları mağlubiyetin yıkmadığı gibi zafer de sarhoş etmemiştir.
Seni öldürmeye gelen sende dirilsin: Samimiyet
Bugün derdi ve davası İslam ve insan olan her Müslümanın bilmesi gereken husus, davamızın üç sacayağı üzerine oturduğudur: İman, amel ve ihlas. İnancımız, temel teşkil edecek ve bu doğrultuda bizi çalışmaya sevk edecektir. İşte bu çalışma/mücadele esnasında ihlasımızı yitirmeyecek, bütün benliğimiz ile Allah davasını dava edineceğiz. Her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da tarihten ibret almayı ihmal etmeyeceğiz.
İşte bu doğrultuda tarihe bir yolculuk yaptığımızda ecdadımızın sağlam bir inançla mücadele ettiğini görmekteyiz. Bu mücadelede tek maksadın rıza-yı ilahi olduğunu anlamaktayız. Bu abidevi samimiyetin ecdadımıza birçok kapı açtığını ve onları düşman karşısında aziz kıldığını görmekteyiz.
Bu samimiyetin hangi seviyede sonuçlar doğurduğunu anlamak açısından Köse Mihal’in Gazi Mihal oluş serüvenini incelemekte fayda vardır. Osman Gazi’yi öldürmek için bir tuzak tertip edilmiştir. Bu tuzağı tertip edenler arasında Harmankaya tekfuru Köse Mihal’de vardır. Tuzak başarısız olmuş ve Köse Mihal Osman Gazi’ye esir düşmüştür. Osman Gazi tekfurun canını bağışlamıştır. Köse Mihal, Osman Gazi’nin bu İslami duruşundan oldukça etkilenmiştir. Bu samimiyet ve merhamet abidesi Bey, Köse Mihal’in Gazi Mihal oluş sürecinin baş aktörü olmuştur. Kısacası, Osman Gazi’yi öldürmeye gelen onda dirilmiştir.
Hizmet ehli olmak ve işi ehline teslim etmek
Çağımızda liyakatin ayaklar altına alındığını, bulunulan mevkilerin millet menfaati yerine şahsi ihtiraslar için kullanıldığını ve adaletin incitildiğini görmekteyiz. Bütün cephelerde çiğnenişimizin ve muzaffer olamayışımızın temel sebebi budur. Adalet, liyakat ve millete hizmet içtimai, siyasi ve iktisadi hayatın yapıtaşlarıdır.
Ecdadımıza baktığımızda onların makam peşinde koşmadıklarını ve kuru kavga için mücahede/cenk etmediklerini görmekteyiz. Aksine makamı sırtlarında bir yük, omuzlarında mesuliyet kabul ederek mücadele etmişlerdir. Geçtikleri diyarlarda arkalarında çil çil kubbeler bırakmalarına rağmen kendi namlarına dünyalık ile ilişki kurmamışlardır. Osman Gazi, rivayet edildiğine göre, ömrü boyunca beytülmalden bir nesne dahi almamıştır. Kendi koyunlarından hâsıl olan gelir ile geçinmiştir. Onlar hayırda birbirleri ile yarışmışlar ve makam/mevkii sevgisini kalplerine sokmamışlardır. Milletin menfaati kimde ise işi ona teslim etmişlerdir. İşin ehline verildiğinin en çarpıcı örneğini, Osman Gazi’den sonra Orhan Gazi’nin başa geçme hadisesinde görmekteyiz. Orhan Gazi, kardeşi Alaattin Paşa’ya tahta geçmesi için yol vermiştir. Alaattin Paşa ise, fırsatı olmasına rağmen, kardeşinin daha ehil olduğunu bildiği için onun tahta geçmesini sağlamıştır.
Hülasa
Suriye’den Bangladeş’e, Filistin’den Doğu Türkistan’a kadar feryadı arş-ı alayı titreten bu mağdur, mazlum ümmet köklerini maziye salmalı, gözlerini ise atiye dikmelidir. Bu manada, şerefli ecdadımızın muvaffakiyetindeki püf noktaları iyi idrak etme mecburiyetimiz vardır. Bunun yanı sıra bu muhteşem tarihe nasıl virgül koyulduğunun da idrakinde olmalıyız.
Ecdadımız, dört bir yandan kuşatılmış olmasına, düşmanın madde planında üstün bulunmasına rağmen Allah davasını dava edinmiştir. İman ile yola çıkmış, ömürlerini at sırtında harcamıştır. Onların şiarı samimiyet ve merhamet olmuştur. Âlimler ve büyüklerle meşvereti bereket bilmişler, işi ehline vererek mağduriyet oluşmasının önüne geçmişler, adaleti incitmemişlerdir. Bu aşk, vecd ve hâkimiyet şuuru kaybedilene kadar muvaffak olmuşlardır. Kendilerine muhteşem zaferler nasip eden Allah(cc), onların yolundan sapan evlatlarını zelil etmiştir.
-Ali Haydar Aksoy