Mustafa Cemil Kırımoğlu’nu tanıdığımda İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisiydim. 1985’te, uzun açlık grevleriyle Kırım’da yaşanan soykırımı tüm dünyaya ilan etmeye çalışan şair ruhlu bir dava adamıydı… Türk Edebiyatı Vakfı’na Ahmet Kabaklı hocamız tarafından davet edilmişti. Salonu hınca hınç doldurmuş dinleyicilerden birisi, bostorgaydenen ve soyu tükenmekte olan bir serçeyle ilgili bir şiir okumuştu. Herkes ağlamıştı. Ben sebebini o ilk gençlik yıllarının toyluğuyla çözememiştim…
Kül renkli, güzel sesli bir serçeymiş o… Suyun selin içinde ince sazlıklara kurarmış yuvasını… Herkes hayret edermiş, bunca güzellik hangi derde dermanmış… Yel esince savrulur, sel vuruncayıkılırmış da… Ömrü hep dağılan evine ağlamakla geçermiş…
Bostorgay küçük bir Kırım serçesiymiş.
Annesini ararmış…
Annen nerededir diye soranlara
“Anam atam gurbettedir” der, kanat açarmış…
Yetimliğin kimsesizliğin ağıtını kan gözyaşıyla tutarmış… Kırım Ey Güzel Kırım… Kırım kırım kırılan Kırım…
Bir masal kadar uzak ve güzel, Karadeniz’in ayrılıklar sarayıdır Kırım… Unutkanlıklarımızın, vazgeçişlerimizin, susarak ısırılan dudaklardan sızıp taşan kanımızın hatırasıdır Kırım… Duaya durmuş eller gibi yükselen Karadeniz’in dalgalarında, köpükten bir masal ülke olarak bir görünüp bir kaybolan Kırım. Sen, seni görmeden sevdiğimiz… Sen anne hatırası… Bir yetim çocuğun yay gibi çekik, hüzün kuyusu kadar siyah gözlerindeki pırıltısın Kırım… Ah Kırım! Ah Güzel Kırım!
Tarihteki hicranlı kara leke, 18 Mayıs
Her 18 Mayıs’ta en yakın deniz kıyısına koşup, gözyaşlarını denize döker Kırım Tatarları… 18 Mayıs günü yaklaştıkça Tatarların çekik gözleri kan çanağına döner. 1944’teki Sovyet zulmüyle yaşanan feci sürgün ve bir gecede evlerinden yurtlarından sökülerek çıkartılan Tatarların yeryüzüne dağıtılış hicranıdır o gün çünkü…
“Kar değil kan yağar göklerinden”diyor ya Tatar türküsünde;400 bin can, bir gecede sürgüne mahkum edilmişti. Sürgünlerin yarısı herhangi bir menzile, durağa varamadan kaybetmişti hayatını… Üst üste sokuldukları vagonlardan cesetler sarkıyordu.Gemiler, sallar bile onları taşımaya yetmiyordu… 1944, Kırım’ın tarih içinde tekerrür ederek maruz kaldığı soykırımlardan sadece birisiydi.
Akgül Teyze, Kırım’dan sürülüp de Adapazarı’na vardığında 4 yaşlarındaymış, ablasının elini sıkı sıkı tutarmış. Babası daha Kırım’dan çıkarlarken; annesi, teyzeleri ise yolda can vermiş. 8 yaşlarındaki ablasıyla buncağız kalmış geriye. Yersiz yurtsuz, kimsesiz.Konu komşuyla tamamlamışlar göçlerini.Sonra da dayılarına sığınmışlar. Akgül Teyze, vefat edinceye kadar denize bakamamış hiç.Gözlerini yummuş, sırtını dönmüş, başını çevirmiş denize… Ağzına balık koymazmış hiç; “sallardan, sandallardan insanlar kayıp gitti, denizlerde boğuldu.” dermiş… “Karadeniz bizim kabristanımızdır.”diye söylenirmiş…
75 yaşında vefat etmezden evvel; geceleri odalarda, yatak altlarında, gardıroplarda, buzdolabında, kapı arkalarında hala annesini arayan bir küçük kızdı Akgül Teyze. Elmas, mücevher, para, pul kalmadı ondan geri… Mushaf ve gözlüğünün durduğu çekmeceden; bükülü küçük bir urgan yumağı, çakısı, çakmağı, mumu kaldı yadigar… Bunlar için,bir sürgünün saplantıları diyebilirsiniz. Bunlar zorunlu yolluktur sürgünler için ve pek çoğu bunun dördünü bir araya getiremeden çıkartılırlar yollara…
“Sivastopol neresi?”
Kırım Tatarlarının, Girayların bizim kültürel tarihimizde asil bir önemi vardır. Tarih boyu Han’ları, Mirza’ları ile Osmanlı protokolünde sadrazamlardan üstte, Padişahların hemen sağ kolundaki mevkiiyle gelmişti Kaynarca Antlaşmasına kadar…Osmanlı hakanının sağ yanıydı Kırım. Sadece protokol ve askeri cihetlerden değil, İmparatorluğun İstanbul’unda yetişmiş büyüklerimiz için de Kırım, azizdi.Ufakken bir kere anneanneme sormuştum“Sivastopol neresi?” diye. Çünkü o, evin içinde gezinip iş güç peşinde koşarken bile Sivastopol önünde yatan gemiler’i söylerdi.Benim bildiğim ilk şarkıdır bu,namesi kulağıma ve kalbime yazılmış… Gülümseyerek bakmıştı bana.İşaret parmağıyla iki kaşımın arasına dokunarak; “Selvilerin altında”demişti… Gördüğüm her selvi bana Sivastopol’dur, Kırım’dır bu yüzden…
Rusya’nın; gerek Çarlık, gerek Sovyetler Birliği, gerekse Putin dönemlerinde, dünden bugüne her zaman ütopik hülyası olmuş Kırım, ne yazık ki emperyalist baskıya maruz kalışını bir kader gibi yaşamaktadır…
1736’da Rus ordularınca uğradığı baskında yakılmamış tek bir evi bile kalmamış, Bahçesaray’daki Han Sarayı ve Selim Giray’ın binbir emekle inşa ettiği dünya çapında namlı büyük kütüphanesi, Kalgayların anakenti Akmescit günlerce sönmeyen alevlerin arasında kül olmuştur… Ünlü Rus şairi Puşkin’i bile önünde ağlatarak şiirine ilham veren tutsak Hansaray’daki Gözyaşı Çeşmesi gibi ağlamaktadır Kırım…
“Gözyaşı çeşmesi…
Ah aşk fıskiyesi, ah ölümsüz çeşme!..
Sana armağan olarak iki gül getirdim.
Seviyorum bitimsiz konuşmanı ve şiirsel gözyaşlarını senin.
Çiseyen gümüşsü tozların serin çiğlerle kaplıyor beni.
Ak, ak durmaksızın sevinçli pınar!
Anlat, anlat bana bildiklerini…
Ah aşk fıskiyesi, ah kederli çeşme!”
1917’deki Bolşevik İhtilali’yle bağımsızlıklarını ilan eden Kırım Türkleri, üç yıl gibi kısa bir sürede bu kez de Sovyetlerin işgaline maruz kalmışlardır. İkinci Dünya Savaşı sırasındaysa Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle 1944 tehcirine mahkum edilmiş, ağır ve insanlık dışı şartlarda üst üste bindirilerek soluyacak hava dahi bulamadıkları katarlarda ölüme mahkum edilmişlerdir.
Glasnost sonrası yıkılan Demirperde, bugün kendisini yeniden inşa etme girişimindeyken Kırım, Lazkiye üzerinden Akdeniz’e inmeyi hedefleyen Putin politikasının, Karadeniz hattındakuzey paraleli şeklinde dizayn edilmektedir. Rusya’nın Suriye ve Lazkiye üzerinde sebep olduğu ağır bilanço, senkronize olarak kuzeyde Kırım üzerinden somutlaştırılmaktadır.
Bostorgay küçük bir Kırım Serçesiymiş.
Annesini ararmış…
Annen nerededir diye soranlara
“Anam atam gurbettedir”der, kanat açarmış…
-Sibel Eraslan