3 Şubat 1932, ezanın ülkemizde susturuluşunun başlangıç tarihi. 18 yıl sonra 17 Haziran 1950 tarihi de, İslam medeniyetinin evrensel dili ve mesajı olan ezanın yeniden özgürlüğüne kavuştuğu tarih.
Bu 18 yılın romanının mutlaka yazılması gerekir. Bu memlekette nice trajikomik olaylar, nice zulümler yaşandığını; romanlarla, filmlerle, belgesellerle anlatmak lazımdır. Konuyla ilgili olarak, rahmetli Ömer Lütfi Mete’nin senaryosunu yazdığı ve İsmail Güneş’in yönetmenliğini yaptığı “Çizme” adlı bir film var, ama yeterli değildir.
Hasan Hüseyin Ceylan’ın “Cumhuriyet Dönemi Din devlet İlişkileri” adlı kitabının üçüncü cildinde, 1942 yılında AnkaraHacı Bayram-ı Veli Camii’nde bir cuma vakti ilk defa ezanı aslı diliyle okuyan Yusuf Özcan’la yapmış olduğu röportajdan bazı kısımları sizlerle paylaşmak istiyorum. ( Bu yazıyı okuyanlar, çevrelerindeki yaşlılara konuyu anlattırsınlar ve bunu arşivlesinler; zamanı gelince lazım olur.)
Binbir güçlükle Arapça ezan
“Vakit cuma vaktiydi. Dışarıda; Türkçe ezan okunmuş, cumanın ilk sünneti kılınmış, hoca hutbe irat ediyordu. Tabi hocaların eline okunacak hutbeler devletçe verildiği için hep ümeraya (devlet büyükleri) itaat konuları işleniyordu. Ben hocaya çok bozulmuştum; çünkü hoca açıkça bizi Halk Partisi’nin bu dinden uzak uygulamalarına körü körüne itaate davet ediyor ve bunun için de “Ulu’l emre itaat” diyerek sözlerine Kur’an ayetlerinden deliller bulmaya çalışıyordu.Hoca hutbeyi bitirir bitirmez ben müezzin mahfelinden Arapça ezan okumaya başladım. Özellikle cuma günleri büyük camilerde, caminin dışında ve içinde jandarmalar nöbet beklerdi. Sebep; hiç kimse Arapça ezan okumasın.Ben ezana başlayınca caminin içinde bulunan jandarmalar hemen üst kata yanıma geldi. Başlarında da bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı, ben “Hayya’al es-Salah”a gelince ağzımı elleriyle kapatmak istedi. İki ayağımdan da jandarmalar tutup beni götürmek istediler. Daha ezanı bitirememiştim. Güçlü bir yapıya sahiptim, zorlukla da olsa ezanı bitirdim. O sırada imam efendi de minberden iniyordu ve “Yakalayın bu adamı ey cemaat!” diye bağırıyordu.”
Bir ezan için dokuz ay hapis
Bundan sonra uzunca karakollarda başına gelenleri anlatır ve diğer bir anısına geçer Yusuf Özcan.
Bir gün rüyamda Peygamber Efendimizle (sav) görüştüm. Bana Erzincan’a gitmemi ve orada depremden yıkılan (1939 depremi) fakat minaresi gitmemiş olan bir cami olduğunu, orada ezan okumamı istedi. “Yusuf senden çok memnun oldum. Yine ezan okumaya devam et. Onlar “tanrı uludur” dedikçe ben çok rahatsız oluyorum. Sizlerin “Allah-u Ekber” sesleri bizi çok sevindirdi.” dedi. (Neyi var, neyi yoksa satıyor ve elli lira elde ederek iki arkadaş Erzincan yolunu tutuyorlar. Kara trenle Erzincan’a bir haftada gidebilmişler. Bir otele inmişler, sivil polis takibine uğramışlar. Bir kahvede domino taşı oynayarak polis kontrolünden kurtulmuşlar.)
“Cuma günü, Peygamberimizin rüyamda dediği şekilde, caminin minaresine çıktım. Bütün engellemelere rağmen, ezanı aslından okuyarak tamamladım. Dışarıda muazzam bir kalabalık birikmişti. Vali, jandarma komutanı, müftü geldi. Bizi orada hemen alıp Erzincan merkez karakoluna götürdüler. Rutubetten çatlamış, her taraftan soğuk alan bir binaya yerleştirdiler. Altı beton, hiçbir döşemesi ve yatağı olmayan bir binaydı burası. Soğuk kış günüydü. Günlük bize bir tahin ve birer kap çorba veriyorlardı. Nihayet 3. ay bizi mahkemeye çağırdılar. Paramız bittiği için paltolarımızı ve ayakkabılarımızı gardiyana sattırıp yiyecek bir şeyler aldık. Hâkim Bey bize “Niye yalın ayaksınız?” deyince; hapiste parasız kaldığımızı, karnımızı doyurmak için paltolarımızı ve ayakkabılarımızı satmak mecburiyetinde kaldığımızı anlatınca, mahkemeye gelen Erzincan halkından birçoğu ağlamış ve bizlere acımıştı. Halk ranzalar, battaniyeler ve ayakkabılar göndermiş bize.
Bir ezandan bizi tam 9 ay bilerek yatırmışlar ve mağdur etmişlerdi. Mahkemeden dışarı çıktığımızda halk bize yardım etmek istedi. Bir lokantacı bize doyasıya bedava yemek verdi, karnımızı doyurdu. Sonra bir hayırsever bizi kamyonuyla Ankara’ya getirdi. Yaklaşık 80 kişi kamyonun kasasında Ankara’ya üç günde gelmiş olduk.”
Galiplerin tarihine buruk bakış
Anadolu’nun neresine giderseniz gidiniz, yaşlı dedelerden ve ninelerden bunlara benzer acı hatıraları gözyaşları içinde dinlersiniz. Tarihi galipler yazarmış, doğru! Ama ben; rahmetli babamın ve ninemin gözyaşları içinde, özellikle kış gecelerinde, yaşadıklarını anlatarak, gözyaşlarıyla derinden iç çekmelerini hiç unutamadım.
Babaannemin; “Evladım, ezan ilk defa Arapça aslından köy camiinin minaresinden: (Minare de yoktu ya, dut ağacına merdiven basamakları çakılarak dut ağacına çıkılır ve oradan ezan okunurdu.) Allah-u Ekber, Allah-u Ekber diye okununca, bu sesi duyan herkes evinin avlusuna çıkıyor, ağlıyor, zıplıyor; adeta deliriyordu!” diyerek bana gözyaşları içinde, o günkü duygularla, anlatışı yok muydu, beni de ağlatıyordu. Ve ben hangi mektebe gittiysem, bana hangi “zırva” şeyler öğretildi, telkin edildiyse, ben onların hiçbirinden etkilenmedim rahmetli babamın ve babaannemin sayesinde. Bana öğretilen tarihe hep mesafeli durdum, durmaya da devam ediyorum. Gerçek tarihimi gizleyenlerle; bu dünyada olamazsa bile, mahşer günü hesaplaşmak istiyorum.
Bu millet gerçek tarihini öğrendiğinde inanınız çok munis ve birleştirici, kuşatıcı olacaktır; çünkü bu milletin çocukları, doğduklarında kulaklarına ezan okunarak hayata başlıyor. Yeter ki, gölge etmesin birileri, başka bir şey istemez.
-Dursun Ali Taşçı