Çokça kullandığımız bazı kavramlar var, mülteci, sığınmacı, göçmen gibi. Bu kavramların mahiyetini sormak istiyorum öncelikle. Bizim mi bu kavramlar? Böyle mi isimlendirmemiz gerekir savaştan ülkemize kaçanları?
Bu kavramlar hukuki tanımlardır. Hukukun tanımladığı Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası kanunlarda ne olduklarını, onların hukukî haklarını sınıflandıran şeyler. Bunlar devletle ilgili konular. Onlar devletin nezdinde mülteci ve sığınmacı olabilirler, ama halkın önündeki karşılıklarıMüslüman muhacir olmalıdır. Tabi buradaki en temel ayırt edeceğimiz konu da ne için geldiğidir.
O meşhur hadiste Efendimizin söylediği gibi; “Neyin muhaciri ise onun muhaciridir”. Eğer birisi ailesini, ırzını, yaşamını korumak, dinini yaşamak için memleketinden ayrılıp geliyorsa, o muhacirdir bizim için. Bugün dünyanın neresinden gelirse gelsin Türkiye’deki statüsü ne olursa olsun buraya gelen insanlar bu kaygılarla geldilerse bunlar muhacirdirler. Onları burada karşılayanlar da ensardırlar. Bizim çerçevemiz bu olmalıdır.
Biz vakıf açısından da bu olaya hep böyle bakıyoruz. Onların hukukunu korumak ve muhafaza etmek için hem Türkiye hukukunda hem uluslararası hukukta da pozisyonları neyse, onu da değerlendiriyoruz. Türkiye hukukunda Türkiye’de olanlara hangi haklar verildiyse,ancak o çerçevede onların hukukî haklarını ve burada olmalarını savunabilirsiniz. Ama temel ihtiyaçlarıyla ilgili onların bir sınırı yok. Onları zaten hepimize verilmiştir. Hem Allah hepimize vermiş hem de bu coğrafyada yaşayan herkes en temel haklara ulaşma hakkına sahipler.
Bu kavramlar hukukî kavramlar olmasına rağmen halk nezdinde de karşılık bulduğunu görüyoruz. Sözgelimi muhacirden ziyade sığınmacı diye anılıyorlar. Bunu nasıl anlamalıyız?
Çok sayıda insan muhacirliğin ne olduğu bilmeden bizim memleketimize geldi. Maalesef bizim kanaat önderlerimiz de bunu anlatmakta biraz eksik kaldılar. Aslında büyük bir nimetti. Ben şunu da kişisel olarak görüyorum, son 10 yıla baktığımızda yaşadığımız o kadar büyük kırılmalar ve problemler var ki, tüm bunlarda Allah’ın bize olan yardımına birebir şahitlik ediyoruz, bu şahitlik de çok lezzetli bir şey.
Ben şahsen hep şunu görüyorum, yapılanların ve planlananların Türkiye aleyhinde kurulan oyunların bozulması, aslında bizim çok fazla da anlayamadığımız o muhacirlerin bizler için ettiği duaların karşılığıdır. Ama burada tek başına halkımıza, insanımıza suç bulmuyorum. Bu konuda hepimiz eksiklik içerisindeyiz. Ama şunu da görüyoruz, eğer davet edilirse, anlatılırsa karşılık da buluyor. Bugün Suriye artık toplum içerisinde konuşuluyor ki, olumsuz algılama daha fazla oluyor.
Bir küçük hatıramı paylaşmak istiyorum. Savaşın ilk yıllarıydı 2011-2012 Azez şehrinde bir Cuma namazı kılıyoruz. Cuma namazı hutbesinde yanımdaki arkadaş hutbeyi tercüme ediyor. Hutbeyi veren imam Azez halkına diyor ki; “Siz ne kadar nasipsiz insanlarsınız, bu kadar muhacir geldi sizin yanınıza, siz onlara ensarlık yapmak yerine müsaade ettiniz, onlar Türkiye’ye gittiler. Sevabın hepsini Türkiye’deki kardeşleriniz alıyor, büyük bir sevabı elinizden kaçırdınız.”
Burada ikinci bir şeyin daha altını çizmek lazım. İnsan yükü çok zor, bu Anadolu’da çok söylenen bir sözdür. Hiç kimseye yük olmamak asıl olandır. Bizim bakış açımızdaki en önemli şey yük olmayacak bir zemin hazırlanmasıydı.
Yeryüzü Allah’ın, bu topraklar bize ait değiller. Allah’ın topraklarına Allah’ın kulları geliyor. Milletlerimizin, yaşadığımız coğrafyaların, dillerimizin ayrı olması birbirimizi tanımak içindir, birbirimizden uzaklaşmak için değil. Kuran da Allah bize “Tanışasınız diye kavimleri yarattım” diyor. O zaman gelenlerle de tanışmamız gerekiyordu. Bu manada da bir eksikliklerimiz oldu. Toplumun içine dahil etmekte geç kaldık. Bundan sonraki nesilde, bugünün muhacirleri daha önemli bir pozisyonda olacaklar.
Bir çatışma ortamı oluşturulmaya çalışılıyor sanki hocam. Alevi-Sünni, Türk-Kürt çatışmasına benzer, Türk-Suriyeli çatışması. Medya da bunu perçinliyor. Başarılı oldular mı sizce? Bir çatışma ortamı var mı Türkiye’de?
Türkiye’de yaşayan halk, dünyanın her tarafında mazlumlara yardım ediyor, neden yanına gelene yardım etmesin ki? Demek ki birileri bu yöne doğru yönlendirmeye çalışıyor. Bir televizyon programında çok tanınan programcılardan biri, sokağa çıkma yasağı olmasına rağmen Suriyeliler sokaktalar, yetmiyormuş gibi bir de bizim muhabirimize saldırdılar, diye haber yaptı.
Halbuki böyle bir şey yok, böyle bir şey olduysa da münferit bir olay. Bunu bütün Suriyelilere mal edip, hepsini bundan sorumlu tutan olaylar bu tarafa yönlendiriliyor. Ama gerçek istatistiklere baktığımız zaman böyle değil. Türkiye suç ortalamalarından çok altında mülteci suç oranları. Bu da aslında bunun bir provokasyon olduğunu, abartılıp toplum içerisinde kargaşa çıkartmaya yönelik şeyler olduğunu ispat ediyor.
Bunu engellemek de yine devletin elinde. Devlet de gelenlere vatandaşlığı biraz kolay vermeye başladı. Sanıyorum 700 bin mülteci Türkiye vatandaşı oldular. Ama burada da çok büyük bir fırsatı kaçırdık. Bizim ilk baştan beri söylediğimiz şey, yetişmiş olanlardan başlayarak Suriye’den gelenleri hemen vatandaş yapmaktı. Devlet olarak buna böyle sahip çıkacağız ki millet de sahip çıksın. Vatandaş etmek bizden ne götürecek, 80 milyon olacağımıza 83 milyon oluruz. Bu 3 milyon kişi içerisinde onlarca yılda ancak yetiştireceğimiz memlekete çok büyük katkılar sağlayacak yetişmiş elemanlar var. Binlerce doktor, binlerce mühendis, binlerce din alimi var.
Hatırlayın Şam’da barış olduğunda Türkiye’den binlerce genç Arapça öğrenmek için oraya gidiyordu. Hocalarının ayağına gidiyordu, savaş hocaları bizim öğrencilerimizin ayağına getirdi, ama onlara o zemini burada sağlayamıyoruz. Çünkü onlar hukuki olarak sınırları belli olan hocalar, hareket edemiyorlar. Bütün bunları Türkiye daha verimli değerlendirebilirdi. Maalesef bir dönem çok fedakar bir şekilde beklediler. Onlar muhacirliğin hukukuna bizim ensarlık hukukumuzdan daha fazla tutkundular. Dediler ki Türkiye bize kucak açtı biz burada kalacağız, buraya hizmet edelim, ama zaman içerisinde olmadı.
Şundan hiç şüphe etmiyorlar Türkiye’ye birisi girdiyse can güvenliği ile ilgili, ırzı ile ilgili, mal güvenliğiyle ilgili bir problem yaşamaz. Memlekette en üst düzey Cumhurbaşkanı her konuşmasında mazlumlarla ilgili mutlaka bir şey söylüyor. Pratiğe döndüğümüzde elbette zorluklar çıkar fakat böyle üst düzey bir söylem bürokraside tam karşılık bulmadı maalesef. Mülteci ve mültecilikle ilgili hukukî düzenlemelerin bizi muhacirliğe yaklaştırması lazım. Oraya yaklaştırıldığında çözüm bulur.
Böyle bir ortamda İHH, insanî yardım çalışmaları yapıyor. Şunu merak ediyorum, halkımız çalışmalarınıza duyarlı mı, yardımlar yeterinceilgi görüyor mu?
Allah’a çok şükür bir ilgi var, kurulduğumuz zamandan beri gördüğümüz bir ilgi. Ama Türkiye’nin imkanları sınırlı, Türkiye’de yaşayan insanların imkanları da kısıtlı. Özellikle de mazlum hassasiyeti olanların imkanları da daha kısıtlı. İHH’nın yardım çalışmalarında kullandığı bütçeyi sadece kendi vakfında kullanan, daha dünyevî düşünen büyük holdingler de var. Ama biz şunu görüyoruz, bereket miktarların büyüklüğünde değil. Allah’a çok şükür İHH bugün Türkiye’deki sivil toplum örgütleri içerisinde en büyük bütçeye sahip. Milyonlarca insanın düzenli yardım ettiği ve güvendiği, sadece Türkiye içerisinde değil dünyanın dört bir tarafından çalışma yapmak üzere görevlendirilen bir kurum haline geldi.
Körfezde bir gün toplantıdayız. Toplantıdayken bir kişi; “Bütçesi ne kadar İHH’nın?” diye sordu, bizde “şu kadar” dedik. Gülümseyerek, sesiniz paranızdan çok çıkıyor, dedi. Bu çok değerli bir şey. Bizde ona dedik ki; “Bunun adı bereket işte”.
Son olarak, Moro sürecinden bahseder misiniz? İHH olarak arabulucu kimliğinizle hayatî bir fonksiyon yüklenmiştiniz. Ne durumda şuan süreç?
İHH’nın üç ana çalışması var; insanî yardım, insan hak ve hürriyeti ve insanî diplomasi. İnsan hakları ve insanî yardımda problemleri dile getiriyorsunuz, diplomasi ile de çözüm ortağı haline geliyorsunuz. Yaptığınız insanî yardım çalışmaları sizi bölgede güvenilir aktör haline getiriyor. Bu da yolunuzu açıyor. Ara buluculuklar, barış süreçleriyle ilgili kabul edilebilir bir aktör haline getiriyor. Moro da bunlardan bir tanesi.
2013 yılında bir anlaşma imzalandı, Moro İslamî Kurtuluş Cephesi ile Filipinler devleti arasında. Müslümanların ağırlıklı olarak yaşadığı Filipinler’in güney bölgesinde bir otonom kurulması anlaşmasıydı bu. Bu anlaşmanın izlenmesi, yerine getirilip getirilmediği ile ilgili raporların hazırlanması ile ilgili de beş kişilik bir heyet oluşturulmuştu. İHH da bu beş kişiden birisiydi. Birleşmiş milletlerin, Avrupa birliğinin finansal desteğini de sağladı. Uluslararası aktörlerin olduğu, başkanlığını Avrupa birliğinin yeni emekli olmuş büyükelçisinin yaptığı bir heyetti. Bu sorumluluğu da devam ettiriyor.
Bizim önemsediğimiz, bu barış sürecinde ekonomik olarak bölge insanı çok ayrıcalıklı bir statü kazandı. Oluşan ekonomik imkanlar doğru kullanılırsa bölge halkı önemli bir kazanım sağlar. Bu maddi kazanımların hepsinin üzerinde de Filipinler devleti Moro’da yaşayanların kimliğini kabul etti. Müslüman toprağı olduğunu, ayrı bir dili olduğunu, sınırlarını kabul etti.
Hacı Murat İbrahim’in El Cezire’ye verdiği bir röportajda bu durumu şöyle değerlendiriyor; “Küçük cihad bitti Moro Müslümanları için, büyük cihad başladı”.