Milli şairimiz merhum Mehmet Akif, 98 yıl önce hal-i pür melalimizi şu iki dizeyle özetlemişti:
“Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan…
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bari gülmekten utan!..”
Batıda Endülüs, doğuda önce Selçuklu ardından da Osmanlı İmparatorluğu, yalnızca hükmettiği topraklarda değil, bütün dünyada; ırk, meşrep, nesep, dil ve inanç ayırmadan adaleti en ücra köşelere kadar hissettirmişti. Bugün, kökleri zulüm toprağına sarılmış, hücrelerine kan ve gözyaşı çekerek beslenen dünyanın zehirli ağaçları, insanlığın literatüründen maalesef en çok ihtiyaç duyduğu bu kavramı çıkardılar. 1900’lerde 20 yıl arayla yaşanan iki dünya savaşında hayatından olan milyonlarca masum yetmiyormuş gibi, büyük palavralar üzerine inşa edilen uluslararası örgütlerin göstermelik çabaları da farklı kılıflar giydirilerek meşrulaştırılmaya çalışılan haksızlık düzeninin çarklarına su taşımaktan başka bir işe yaramıyor.
İlginç olansa, mezkur nizam(sızlık)ın mağdurları hep Müslümanlar. Orta Doğu’da, Afrika kıtasının tamamında katledilen; Avrupa’da, Amerika’da, Rusya’da hakarete ve baskılara maruz kalan; Uzak Asya’da, tarihin en köklü “medeniyetlerine” ev sahipliği yapan topraklarda; çoluk çocuk, yaşlı, muhtaç ayırt edilmeksizin hayat hakkı vahşice ellerinden alınan yine Müslümanlar. Çin’e batıdan gelebilecek tehditlere karşı asırlar boyu kalkan vazifesi gören, bölgenin jeostratejik bakımdan en mühim toprağı Doğu Türkistan, son dönemin siyasette yükselen ancak insanlıkta alçalan ülkesi Çin Halk Cumhuriyeti’nce istila ediliyor.
Batıya açılan anahtarda bağımsızlık mücadeleleri
Uygur Türkleri, milattan önce 300’lü yıllarda Hun İmparatorluğu sınırları içerisinde bulunan Doğu Türkistan’a 840 yılında yerleşmişlerdi. Karluk Türkleriyle birleşerek Karahanlı Devleti’ni oluşturan Uygurlar, Çin için olası saldırılara karşı tampon bölge vazifesi görmekteydi. Ayrıca, Taklamakan Çölü’nün aşılmasından sonra Çin’in batıya açılmasının anahtarı olmuştu. Yer altı zenginlikleri ve ucuz insan kaynağı da doğunun nizam ve kaide tanımayan “gücü” için oldukça cazip görünüyordu. 1750’lerin sonuna kadar Moğol hakimiyetinde bulunan Doğu Türkistan’lı Uygur Türkleri, Çin’in 1750’de başlayan ve 1862’ye kadar süren işgal hareketlerine 42 kere isyan ettiler. 1863’te Mehmed Yakup Bey büyük mücadelelerin sonunda Kaşgar merkezli devleti kurmayı başardı.
Sultan Abdülmecid ve Sultan II. Abdülhamid’in de payitaht İstanbul’dan desteklediği devlet, Yakup Bey’in 1884’te vefat etmesiyle bozguncu Çin askerleri tarafından yeniden kuşatıldı ve Çin İmparatorluğu’nun topraklarına katıldı. Çekilen onca ıstıraba rağmen 1933’te Uygurlu Müslüman Türkler, Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’ni kurarak yeniden özgürlüğe kavuştu. Milli marşı yazılan, meclisi dualarla açılan, gök bayrağı milli bayrak ilan edilen, pul adı verdikleri resmi parası bile basılan Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti, ordusunun her türlü direnişine rağmen 1934’te Ma Chnagying’in askerleri tarafındanmağlubiyete uğrayarak son buldu. 1944’te yeniden filizlenmeyi başarsa da 1949’da, bu kez kesin bir şekilde Pekin yönetimine bağlandı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Mao’nun zulmünü derinden hisseden Müslüman Uygurların 1949-1965 arasında toplam 26 milyonu Çin tarafından şehit edildi. O tarihten bu yana da asimilasyon politikasına yahut kelimenin tam anlamıyla soykırıma maruz kalıyor.
İsyanlı sükut dalga dalga büyüyor
Küresel siyasetin dinamikleri ve denge politikası gibi gerekçelerle İslam dünyası Doğu Türkistan sorununu uzaktan izlemeyi tercih etse de, halkları nezdinde vaziyetin karşılığının böyle olmadığını söylemeliyiz. Şu hakikatin altını da peşinen çizmiş olalım: Alem-i İslam olarak tanımlanan toplumsal gerçekliğin siyasî temsilcilerinin kahir ekseriyeti, sadece Uygurlu Müslüman Türkler değil, mazlumların tamamı için el uzatma gayretini gündeme bile getirmiyorlar. Daha da vahimi ise, emperyalist güçlere ödedikleri milyarlarca dolarkarşılığında satın aldıkları silahlarla savunmasız Müslümanları ölüme, açlığa ve sefalete terk ediyorlar. Lakin bir zamanlar Devlet-i Aliyye’nin himayesi ve idaresi altında refah içerisinde yaşarken İngiliz oyunlarıyla sözde bağımsızlıklarını elde eden ve yine Britanya’nın belirlediği ailelerce yönetilen ülkelerin halkları, olan bitene kayıtsız kal(a)mıyor. Halihazırda hadiseleri yutkunarak izlese de, günü geldiğinde bu isyanlı sükutun karşı konulamaz bir çığlığa dönüşeceği muhakkak.
Her ne kadar resmi olmasa da, İslam dünyasının de facto “uygulamada” lideri Türkiye için ayrı bir parantez açarak bitirelim. Bugüne kadar yakın coğrafya başta olmak üzere, özellikle 2009 yılından itibaren soydaşı veya dindaşı bütün mağdurlara el uzatmayı vazife edinen Türkiye, diplomatik anlamda konjonktürel muvazeneleri de sarsmayacak, kendi vatandaşlarını ve diğer Müslümanları sıkıntıya düşürmeyecek şekilde rasyonel adımlar atmayı sürdürüyor. İltica eden Uygurlu Müslümanlara sahip çıkıyor, sivil toplum kuruluşlarının aldığı inisiyatifle mevzunun uluslararası kamuoyuna duyurulması hususunda azami çaba sarf ediyor.
2019’da Avrupa Doğu Türkistan Eğitim Vakfı’nın düzenlediği “Doğu Türkistan’daki Zulme Sessiz Kalma” sempozyumunda konuşan Dünya Uygur Kongresi Başkanı Dolkun İsa’nın şu sözleri Türkiye’nin yaklaşımını özetliyor: “Türkiye Doğu Türkistan’a sessiz kalmadı ve Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, Birleşmiş Milletler oturumunda ‘orada bir soykırım yapılıyor’ demesi bizi çok rahatlattı. Bunu kamuoyunda gündeme getiren tek ülke Türkiye olmuştur. Doğu Türkistan için Türkiye’nin yeri diğerlerine göre çok farklıdır. Türklerin arkamızda olduğuna yüzde yüz inanıyoruz. Ama biz daha çok destek bekliyoruz.”
Doğu Türkistan İslam dünyasının namus meselesi haline geldi. Türkiye’nin başını çektiği bütün Müslüman toplumlar bu problemin üstesinden gelecek. İnşallah ırzımıza tasallut edenler, evlatlarımızı doğramaya kalkanlar hesap verecek. Çocukların mahzun bakışları yerini sevinç gözyaşlarına bırakacak ve Urumçi, Kaşgar, Altay semalarında “Allahu Ekber” nidaları yeniden yankılanacak.
-İbrahim Baran