Gözlerinden birden boşalıverdi inci tanesi damlalar. Yaşını gösteren yüz çizgileri arasında akıverdi yaşlar gömleğine doğru. “İnsan” dedi, “Aşkı kaybetti mi, ruhunu saran o yüksek heyecanı, vecd halini kaybetti mi, düşmesi uzun sürmez. Çünkü aşk ve vecd hali; insanı diri tutan, her daim aksiyon halinde dünyayı fetih, eşya ve hadisenin sırrını teshire kendini memur bilen, muhabbeti dil ile değil hâl ile yaşayan, şehadeti bu yolda atılmış en küçük adım bilerek ilahî rıza istikametinde dünyayı imar ve inşa gayreti güden şahsiyetler topluluğunda beliren ilahî bir lütuf ve ikramdır. Onu kaybettik.” dedi. Ve devam etti: “Devletler de insanlar gibidir, nihayetinde onu örgütlü insanlar yani toplum oluşturur.”
Böyle başladı anlatmaya!..
Ruhi çözülme
Miladi 16. asır, Kanuni dönemi, ruhun incindiği, ilim ve hikmet ehlinin sarsıldığı ilk faaliyetler; daha önce ulemanın kendi arasından seçerek uygun gördüğü Şeyhülislam artık padişah tarafından atanacak. Ardından bünyeye bulaştırılan ve yüzyıllar sonra kanser hücresine dönüp bütün bir yapıyı çökertecek Yahudi kabulü, Üstad’ın deyişi ile Yahudi istilası… Henüz larva aşamasındaki bu oluşlara bir de esnafı inciten, yerli ticareti zayıflatan kapitülasyonlar eklenince ana fayda çatlaklar oluşmaya başladı. İslam, ruhtu, bütün bir Osmanlı coğrafyası ise Türk’ü, Arap’ı, Rum’u, Kürt’ü ile mekan. Mekan bütün ihtişamı ile hareket halindeydi ancak ruhta bir fırtına kopmuştu ve rüzgar hiç de iyi esmiyordu.
Miladi 17. ve 18. asırlar. Batı, madde üzerinde aklın tahakkümünü kurar ve dört bir koldan farklı coğrafyaları kendi bünyesine katıp zenginliğini artırırken, başta Osmanlı olmak üzere İslam dünyasında nas ezberciliği, beşeri ilimlerden uzaklığı marifet addeden ham yobaz kaba softa tavrı, miskinleşmeyi “dünyayı terk davası” zanneden ahmak kitlelerin zuhuru söz konusu idi. Öyle bir hale gelindi ki, okunan dinî bilgilere rağmen sanki cemiyetin ruhu çekilmişti. Samimiyet kaybolmuş, iltimas ve gösteriş artmış, sıradan fıkhî tartışmalar ilim ve hikmet keşiflerinin önüne geçmişti.
- ve 20. asırlar ise bu çözülmenin son noktası olmuş; cemiyet içerisinde onlarca reformcu zuhur etmiş, dinsizlik revaç görmeye başlamış, İslam terakkiye mani addedilmiş, din düşmanları halka “İslam’ı ilerlemenin önündeki en büyük engel olarak göstermeye başlamıştı. Bu devirde artık Salih Mirzabeyoğlu’nun deyişiyle, “Müdafaa edilecek ruh da kalmamıştır.”
Askeri çözülme
Yine Kanuni dönemi ve Viyana Bozgunu. Askeri olarak çözülmenin ilk işareti. Ancak devlet o kadar büyük ki, bu yenilginin etkisi yıkıcı çapta değil, henüz ince çatlaklar oluşturacak güçtedir. 18. asrın sonlarında askeri alanda bazı reformlar yapılmak istenir, ancak ruhunu kaybetmiş bir cesedi hayata döndürmeye çalışmak misali karşılıksız kalır. Yeniçeri Ocağı buna karşı çıkar ve Üçüncü Selim şehit edilir.
İlerleyen zamanda ordu içine kimi mason kimi kışkırtılmış egosu ile öne çıkmış sahte kahramanlar sızdırılır. Bunlar bazen bilerek bazen kör bir nefsaniyet uğruna kemiyette büyük, fakat keyfiyette zayıf bir orduyu seferden sefere koşturur. Filistin’de ordu ihanete uğrar, Sarıkamış’ta duyguları köpükten bir komutanın emri ile karlar üstünde yüz binlik şehit kervanı oluşur, Arap dünyasında -sayıları az da olsa- İngiliz emrinde Vehhabiler, Ürdün’de Kral I. Abdullah, Hicaz’da Şerif Hüseyin ve oğulları Osmanlı askerine kurşun sıkmaya başlar.
Yavuz Sultan Selim Han’ın fethedip bir eyalet olarak Osmanlı topraklarına kattığı Mısır’ın hikayesi içler acısıdır. 18. yüzyılın sonlarında Fransa eyalete çıkarma yapmış; ilerleyen zamanda Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı’nın iç ve dış ilişkilerinin yoğunluğundan istifadeyle kendi başına hareket etmeye başlamıştır. 1800’lü yılların sonunda Kavalalı soyundan İsmail Paşa İngilizlerin borç verme tuzağına düşmüş; ülkenin idaresini, Süveyş Kanalı’nın gelirini ve askeri birçok mevzuyu İngilizlere bırakmıştır. Hatta öyle ki, İngilizlerin emri ile Osmanlı’ya karşı ayaklanma/savaş başlatmıştır. Sadece ruh değil artık beden de çözülmüştür. Esaret yahut mandacılık, Osmanlı idaresinden daha üstün tutulmaya başlanmıştır.
Balkanların kaybı. 20. yüzyıl başları, 1910’lu yıllar… Baş sorumlu; fitne ve fesat odağı İttihat ve Terakki Partisi. Bu parti, sadece Balkanların elden çıkışının değil topyekûn Osmanlı’nın çöküş sebebi. İçi ve dışı her çeşit ruh hastası ile dolu bu zümre, sanki Osmanlı’yı hem tebaa hem asker hem de toprak olarak tüketmeye memurdu. Nihayetinde 19. Yüzyıl ve 20.yüzyıl başlarındaki savaşların sonucunda üç kıtada adalet dağıtan Osmanlı Anadolu’ya sıkıştırılmış; güya bağımsızlık adına Libya İtalyanlarca elinden alınmış, Balkanlarda Arnavutluk, Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan gibi bağımsız devletler ortaya çıkmış, Arabistan’ın idaresi İngiliz gözetiminde Suud ailesine devredilmiş, Filistin’e Yahudiler yerleşmeye başlamış ve bu şekilde birçok coğrafya İngiltere, Fransa, İtalya arasında bölüşülmüştür. Bu ülkeler, ele geçirdikleri ülkelere kan ve gözyaşından başka bir şey götürmemiştir. Bugün Batıcı işgal ve sömürünün acılarını yaşayanmazlum coğrafyalara bakın, hepsi dün Osmanlı toprağı idi.
Siyasi çözülme
Öncesi mevcut, ama Islahat ve Tanzimat Fermanları kopuşun en önemli noktası. Bu dönem artık ruh kökümüze kibrit suyu dökmenin ve bunu da “modernizasyon” adı altında yedirmenin normalleştiği bir dilimdir. Batı’nın sözde iyi yönlerini alalım derken, büsbütün Batı’ya mahkûmiyetin kapılarını açmış, Jön Türkler, İttihat ve Terakki Partisi aracılığı ile birer İngiliz ve Yahudi misyoneri olarak çalışıp Osmanlı’yı içten içe çökertmenin yollarını açmıştır. Yönetim şeklini değiştirmiş ancak bunda ruhen yabancılaşmış ve yine ajanlaşmış kişilikler aracılığı ile ülkeyi bir uçurumun kenarına getirip bırakmıştır. Bu dönem bugün “mazlum coğrafyalar” diye bilinen yerlerle bağımızın tek tek koptuğu dönemdir. Irkçı, zalim, siyasi hırslar sebebi ile hain bu zümre, birçok millete akıl almaz zulümler yapmış, onların Osmanlı’ya bakışını kirletmiştir.
1920’den sonra ise yeni kurulan hükümet, Müslüman ülkeleri bir tutkal gibi Anadolu’ya bağlayan hilafeti kaldırmış, zaman içinde çok özel coğrafyalarla (Filistin, Doğu Türkistan, Hindistan, Suriye, Irak; Musul, Kerkük) irtibatı zayıflatmış, buraları bir nevi kendi haline terk etmiştir.
Kültürel çözülme
Batılılaşma ve yabancılaşma bu çözülmenin baş sebebi. Birçok ülkede hızla dil ve alfabe değiştirildi. Böylece köklerden koparıldı. Hatta alfabeleri değiştirilen bu ülkeler birbirlerini anlamasınlar diye alfabe harflerini farklı sesle okuttular. Böylece hem geçmişle bağları koptu hem de çağdaşı olan din kardeşleri yahut kavimdaşları ile. Türk’e Arap’ı, Arap’a Türk’ü, Kürt’e Türk’ü, Türk’e Kürt’ü kötülediler. İslamcı ve yerli bir dünya görüşü ile hareket edenleri öldürdüler, sahtekarları kahraman haline getirdiler. Sağlıklı bilgi elde etmenin, yeni keşif ve üretim alanları oluşturmanın imkansız olduğu eğitim sistemini, işgal ettikleri yahut etkileri altına aldıkları ülkelere dayattılar. Yetişen gençlik önce kendi tarihine sonra milletine yabancılaştı.
Dini yaşamı sadece kalbi bir inanış olarak benimsetmeye çalıştılar. İslam’ın dünya iktidarını kırmak için dünyayı Müslümanların gözünde önemsizleştirdiler. Oysa ahiret için dünya bir sıçrama taşıydı ve Müslüman, dünyayı Allah’ın istediği şekilde idare etmeye memurdu. Müslümanca direnişin önüne geçmek için onlardaki küfre karşı cihat şuurunu, adaleti sağlamak için zalime merhamet edilmeyeceğine dair ruhu iğdiş ettiler. Müslümanlar hakkını arayamaz, örgütlenemez hale geldi ve hatta bunu dine aykırı bir eylemmiş gibi algılamaya başladı. Bu da Müslüman coğrafyalarda zalimlerin daha fazla şımarmasına, masum insanları toplu olarak katletmelerine yol açtı.
Bu noktaya gelince yaşlı adam sustu. Gözleri çok uzaklara gitti: “Evlat” dedi. “Ne yapmalı, biliyor musun?”, “Sancak düştüğü yerden kalkmalı, dünyanın gözü Anadolu’da, mazlumların gözü Anadolu’da.”, “Bak evlat, sancak Anadolu’da düştü, Anadolu’da kalkacak, ama önce içimizdeki ihanet şebekelerini yerle yeksan etmemiz gerek. Yoksa her ne kadar bu yol açıksa da her daim kapanmaya müsait”, “Kaybettiğimiz o aşk ve vecd halini yeniden kazanmalıyız. Libya’da Ömer Muhtar, Doğu Türkistan’da Osman Batur, Çeçenya’da Şeyh Şamil olup aslanlar gibi kükremeliyiz.”
-Ercan Cifci