Anne-baba olmanın tarihi hilkatten bu yana ne büyük değişimler geçirdi. Hem çağına şekil verdi hem de şekil verdiği çağdan aldıklarına ek olarak önceden şekillendirilmiş çağlardan aldığı mirasla şekillenip durdu hep. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak evlatlarına verdikleriyle kendinden sonraki nesillerin dinî siyasî, ahlakî birçok yanını şekillendirdi.
Her döneme mührünü vuran insan, bir yandan da mühürlenmekten kaçamadı. Sınırlara, kimliklere hapsolmayı ve dahil olduğu sınırlarda kendini güvende hissetmeyi arzulayan insan, bu çabasında gerçek anlamda özgürleşebildi mi? “İnsanın özgür olabilmesi için en az iki kişiye ihtiyaç vardır” hakikati, gerçek özgürlüğün tek başına mağaraya çekilerek elde edileceğini iddia edenleri oldukça ütopik bir marja sürüklüyor. Çünkü tek başına kalabilmenin de insan için oldukça dramatik sonuçlarının olduğu/olacağı çok açıktır ve ispat peşinde olanlar bu gerçeği net olarak göstermiştir.
Ekran çağı ebeveyni
Avcı-toplayıcı, feodal, sanayi, post-sanayi, modern gibi pek çok dönemde hem fırsat hem de tehditlerle mücadele etmiş bir anne-babalık, bugün post-modern-dijital çağın getirdiği çok daha sofistike sorunlarla meşgul. Anne-baba için içeriyi güvenli hale getirmenin yolu artık sadece kapıyı arkadan sürgülemekle bitmiyor. Evlerimize giren ve dünyanın her yerinden ailenin en güvenli limanına her türlü mesajı taşıyan ekranlar, aileyi tarihte hiç olmadığı kadar tehdit altına almış durumda.
Üstelik ekran bir yandan aile üyelerini dünyaya entegre ederken bir yandan da aileyi parçalayarak asimile eden bir dış saldırıya kapı aralıyor. Ekran çağı ebeveyni, her geçen gün acılık dozu biraz daha artan hayatında; “Dünya evimizdeyse evimiz nerede?” tarzı sorularla, ekranlardaki kayboluşunun hesabını, kendisinin de içinde bulunduğu ve neredeyse toplum olma vasfını yitirmek üzere olan parçalanmış bir kitleye soruyor; sorudan daha acı bir yitme duygusuyla…
Evet, aile toplumun temeli olarak insana kendi şekillendirdiği bir form vermeye çalışırken, okumadan daha çok izlemeye odaklanmış ekran çağının çocukları hatta anne-babaları, aynı anda birden çok kimliğe bürünen hallerini kabullenmeye çalışıyor. “Kısaca post-modern dünya, bütün kimliklerin suya düştüğü akışkan bir kimlik nehridir” sözünü haklı çıkarma yarışındaki anne-babalığın, Baudrillard’ın “Bana fırlatıp attığın şeyi söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!” savrukluğundan bir an evvel kurtulması gerekir.
“Biz gerçekten de, hayatın TV içinde ve TV’nin hayat içinde kaybolduğu bir çağda mı yaşıyoruz?” sorusunun artık sadece TV ile sınırlanamayacağını ya da karşımızdaki “sınırsızlığın” TV ile sınırlanmasının imkansızlığını konuşurken, anne-baba olmanın hem kendileri hem de evlatları için gittikçe zorlaştığının farkında olmak gerek. En azından gafillere göre bir avantaj elde edebilmek adına…
Zihinsel çıplaklık
Bu yoğun tüketim sonucunda “çöp sepeti uygarlığı”nı kurmak üzere olan insan, kendisini sürekli tüketmeye zorlayanlar tarafından “sen çıplaksın” propagandasına maruz bırakılıyor. Çünkü kendisini “çıplak” hisseden insan giyinmek için daha çok çaba sarf eder; üstelik giyinik haldeyken hissettirilen bu “zihinsel çıplaklık” bir türlü giyinik hale gelmeyi başaramayan ve madden yetişilmesi zor bir çıplaklıktır.
Karşımızda duran bizim muhatap alabileceğimiz bir öznesinin olmadığı dijital dünyadan ahlak beklemek beyhude bir çabadır; çünkü bir yerde ‘özne’ yoksa ahlaktan bahsedilemez. İnsanı adeta bir “alışveriş mabedi”ne hapseden ve dini, fondan bile kaldıranlar, Dostoyevski’yi, “Eğer Tanrı yoksa her şey mubahtır!” sözüyle haklı çıkarmıyorlar mı?
“İstenmeyenin ortadan kaldırılmasına ‘temizlik’ diyoruz.” Bu, öznesi olmadığı için ahlakı da olmayan sanal dünya, neyin ortadan kaldırılması gerektiğine de moda ile karar veriyor ve aslında nelerin “çöp” olduğunu bize sürekli reklam ve imajlarla hatırlatıyor. Bir ailede gelir-gider belli iken neyin “çöp” olduğuna başkalarının karar vermesi ve ortaya çıkan “yeni” ihtiyacın anne-baba ile çocukları sürekli karşı karşıya getirmesi evdeki bitmeyen çatışmanın da fitilini ateşliyor…
Bauman, bir aileye nereden saldırılacağını iyi bilen kapitalistleri sadece çok güzel deşifre etmekle kalmıyor, aynı zamanda çözüme de katkı sunuyor; “Bir köprünün taşıma kapasitesi en zayıf ayağının gücüyle ölçülür. Bir toplumun insan kalitesinin, en zayıf üyelerinin hayat kalitesiyle ölçülmesi gerekir. Ve ahlakın özü, insanların, başkalarının insanlığı için üstlendikleri sorumluluk olduğu için bu, toplumun etik standardının da ölçüsüdür…”
“İnsan yetiştirilmesi gereken bir bitkidir!”
Post-modern entelektüelin evi olan “siber mekan” parçalara ayırmaktan beslenir ve parçalara ayırmayı ilerletir. Bu onun hem ürünü hem de başlıca faal nedenidir. Bu düsturu kendisine rehber edinen Büyük Friedrich; “Kim ne derse desin bir insan, yeryüzündeki bütün ananaslardan daha değerlidir. İnsan, yetiştirmemiz gereken bir bitkidir, her türlü zahmetimize ve özenimize lâyıktır. Çünkü insan, vatanımızın övünç kaynağı ve şerefidir” sözüyle sanki bugünün işaretlerini yıllar öncesinden veriyordu; insanı bu denli alçaltma alçaklığı ile…
Aile içi yabancılaşmanın ve şiddetin arttığı bir dönemde şu alıntıya da dikkat çekeyim; “Dokunduğumuz bir kişiye zarar vermemiz zordur. Yalnızca uzaktan gördüğümüz bir kişiye acı çektirmemiz biraz daha kolaydır. O insanın yalnızca sesini duyduğumuzda bu daha kolaydır. Ne gördüğümüz ne de sesini duyduğumuz bir kişiye karşı zalim olmak ise çok daha kolaydır. Bu, bizim en çok gözlerimizle hissettiğimizi gösterir. Kurbandan fiziksel ve psikolojik uzaklık artıkça zalimleşmek daha kolay hale geliyordu” diyenlere inat anne-babaların evlatlarına daha fazla yaklaşması, göz temasından kaçmaması gereken bir çağdayız.
Aksi halde bizim evladımıza veremediğimiz kimliği bıkmadan ve her gün yenileyerek vermeye çabalayan gözü dönmüş bir kimlik pazarı ve pazarcıları pusuda beklemeye devam ediyorlar. Birçok konuda haklı çıkan Bauman’ı en azından, “Kontrol artık hiç kimsenin elinde değilmiş gibi görünüyor” sözünde yanıltalım…
İyi bir Müslüman anne-baba için “ne” ve “nasıl” sorularının cevabı müphem değildir…
– İsmail Öz