“Bütün bu olanlara, yepyeni bir sayfa açarak meydan okumanın vakti geldi.” dedi. Karşısında hiç kimse yoktu bu sözleri sarf ederken. Kendine meydan okuyordu çünkü aslında, mutfak masasının üzerinde bardağında soğumakta olan son üç yudumluk çayı onu bekliyorken. Çayı içmeye direniyordu görünüşte. İçinde kopan kızılca kıyametten ne bardaktaki çayın ne de az önce kapıyı hafifçe çekip çalışmaya giden abisinin haberi vardı. Abisi çayı çok seviyordu. Çayın son yudumuyla peynir-zeytin-domates üçlüsü hele. Hiç kahvaltı yapacak vakit bulamasa bile o son lokmayı ilk lokma yapar, yine de o tadı damağında hissetmeden çıkmazdı evden.
Safiye’nin zihninin katarları başka birinin zihnini zerrece meşgul etmeyecek bunca şeyle doluyken üzerine bir de bu eklenmişti. Üniversite sınavından umduğunu bulamamış, en yakın zamanda bir dikiş atölyesine yazılmaktan başka bir çaresi kalmamıştı. Dünden hazır ettiği evrakları taba rengi küçük çantasının içine sığdırmıştı bile. İçine sığdıramadığı onca kedere karşın bu kağıtların çantaya sığması… Böyle şeyler düşünüyordu Safiye. İsminin yalnız üç harfi kadardı işte. Anlam çıkmayacak nice şeyden böyle anlamlar devşirir, sonra aylarca bunu kendine dert ederdi. Yolda tıngır mıngır yürürken bir taşa takılıverdi ayağı. İnsan bu, düşecek ya; bir küçük çakıl bahanesi oluyor hemen. Safiye düştü. Ama yere değen dizleri değildi. Safiye düştüğü yerde kendinden geçerek biraz, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Safiye!” dediler etrafındakiler koşar adım yanına gelirken.
“Kalk, kalk, ağlayacak bir şey yok.”
“N’oldu öyle?”
“Amaan!”
“Başı mı döndü ki?”
Kulağında yankılanan seslerin arasında güçlükle de olsa ayağa kalkmaya niyetlendi Safiye. Büyükler hastalanmadan düşmezdi ya çünkü. Öyle bilmişti herkes, öyle öğretmişlerdi bizim Safiye’ye de. Dinledi ama inanmadı o bütün bu söylenenlere. Yalnız büyükler hastalıktan öte dertten düşerlerdi bir de. Bunu Safiye’yle beraber nice insan da tecrübe etmişti. Kim hastalanıp erise, “İçine attı” diyorlardı. Bunu da çok işitmişti. “Düşünme Safiye” dedi kendi kendine. “Düşünme Safiye. İnsanı düşünmekten öte ziyan eden başka bir hastalık yok. Düşünme.”
Yolun sonunu düşünmeden yürümeye devam etti. Adımları hızlandı, kalp atışları gibi. Bir ağacın dibine çöküp var gücüyle hıçkırmaya başladığında ve fakat gözlerinin pınarları kuruduğunda kendine dönüp tekrar etti. “Bak” dedi. “Her şeyin bir sonu var nihayet. Şu yaşların bile.” Ağlayamamak ne acıydı ve ağlamak, insana bağışlanan ne büyük bir nimetti. Değil mi Safiye?
-Öyle
-Safiye.
-…
-Bugün nasıl oldun? Dünden daha iyi misin? Dün gelemedim bir türlü yanına. Muhtemelen bundan sonra eskisi kadar sık gelemeyeceğim de. Ama merak ediyorum yine de. Gerçekten nasılsın? Gerçekten.
-İyiyim.
Kasabanın en fiyakalı dükkânının sahibi Hasan amca o esnada Safiye’yle yanından yirmi yıldır hiç ayrılmayan kadim dostu Gülten’i görünce, alaycı bir tavırla her zamanki gibi seslendi bir kez daha, anlayacağını umarak.
-Gülten, dedi.
Gülten kafasını adamdan yana çevirince, adamın dilinin ucunda biriken sözler nihayet her zamanki gibi ayniyle döküldü ağzından.
-Gülten, dedi. Duymuyor ya o. Kaç senedir anlatıyorsun, dinliyorsun, konuşuyorsun. Duymuyor seni işte.
Gülten dudağında yarım bir gülüşle karşılık verdi söylenenlere, her zamanki gibi muhakkak. Gülten Safiye’ye duysun diye anlatmıyordu ki bunları. İnsanlar senelerce birini, bir başkasının duymadığına neden ikna etmeye çalışır ki? Duymamak demek, dinlememek demek midir? İnsan birini yalnız ve yalnız kulaklarıyla mı dinleyebilir, karşısında gerçekten duymak isteyen bir gönül varsa bile? Gözler, gerçekten konuşmak isteyene hakikatte bir şeyler anlatmaz mı? Her şey bir yana, dinlemek isteyene sessizlik bile bir şeyler fısıldamaz mı hiç?
Gülten, Safiye’ye dönerek “Sesin çok güzel” dedi. “Bu benim dünya üzerinde duyduğum en güzel tını.” Dünyanın tamamını gezmemişti belki ama Safiye’nin sesinden daha güzel bir sesin var olabileceğine de ihtimal vermiyordu. “Safiyeeee!” dedi tekrar, bu kez daha yüksek sesle, hatta belki bağırarak “Sesin çoook güzeeel”. Kollarını açarak dönmeye başladı. Safiye de kollarını açtı, ardıcın altında dönmeye başladılar. Safiye’nin evrakları havada uçuşuyordu bu esnada. Köy meydanında gülerek izliyordu herkes onları. Safiye gülümsedi Gülten’in gözlerinin içine bakarak. Safiye duymuyormuş. Yalan. Gerçi ziyanı yok. Bu köyde herkes Gülten’in de deli olduğunu söylüyordu zaten. Ya gerçekte duyan ve konuşan Safiye, susan herkesse? Ya Safiye’nin o dillere destan sesini duyabilme şerefi yalnız Gülten’e bahşedildiyse. İşitebilmenin en güzel hali Gülten’se ve aslında bütün köy delirmişse… Olamaz mı?
– Büşra Yücedağ