15 Haziran 1925’te doğan Attila İlhan daha çok şair kimliğiyle bilinir. Şiirlerinin yanı sıra romanlar, senaryolar, deneme ve inceleme yazıları, hatıralar ve bir de hikâye kitabı kaleme almıştır. Cumhuriyet dönemi düşünce dünyasına eserleriyle katkılarda bulunan yazarı sosyalist ve Kemalist kimliğiyle tanırız.
Attila İlhan “Batı” kavramının aslında var olmadığını, bunun bizim zihinlerimizde oluştu(rul)duğunu, icat edildiğini savunur. Bu görüşüne Batı’nın bize yansıtıldığı gibi mutlu ve tekdüze bir birlikteliğinin olmadığını, bilakis Avrupa ülkelerinin kendi içlerindeki kültüre sahip çıkıp yaşattıklarını, fakat bir başka komşu kültüre kapılarını kapattıklarını ekler. Bu hayali Batı tasavvuru ile gerçek Batı arasında gidip gelen yazar esaslı bir soru sorar; “Hangi Batı?”.
Tanzimatla birlikte kafalarımızda oluşan Batı kavramı; refah seviyesi zirveye ulaşmış, gücün, medeniyetin merkezi haline getirilmiş ve insanlığın önüne sunulan prototip bir uygarlıktır. Bu uygarlığı yakalayabilmek esastır ve bunun için tek yol “Batılılaşmak”tır. Attila İlhan bu müeyyideye sitemle yaklaşır.
”Hayır, bize bunları öğretmediler. Lisede Sophokles okuduk, klasik Türk sanat musikisine sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz, Mevlana Dante’den küçüktü, Itri ise Back’in eline su dökemezdi… Oysa bir kere yaptığımız Batılılaşmak değildi, ikincisi batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü batının ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.” (Hangi Batı? Sayfa;14-15)
Yazar defaatle Batılılaşma ile Çağdaşlaşma arasındaki farka atıflarda bulunur. Çağdaşlaşmayı toplumsal gelişme süreci içinde ülkemizin bilimsel verilerin ve toplumsal hareket yasalarının gereğine göre gerçekleştireceği atılımlar olarak açıklar. Batılılaşmayı Türkiye’de emperyalizmin görülmesiyle ortaya çıkmış müthiş bir aldatmaca olarak ele alır. Onu sömürgeleşmeye razı olmuş entelektüel camia savunmadığı zamanlarda egemen bürokratlar savunmuştur. Yani İlhan’a göre Batılılaşma tezi daima egemen sınıfların ideolojisi olarak belirmiş, halk nezdine inememiştir.
Gönüllü köle
“Avcı Baytekin’in Sadık Uşağı Kolu” başlıklı yazısında yazar okurlarına bu batılılaşma mefkuresinin en güzel örneklerinden birini verir. Alıntıladığı kitapta Baytekin, pipo içen, geniş alınlı, ciddi suratlı bir adamdır. Şimdi Endonezya’nın balta girmemiş ormanlarında avcılık eder, en büyük yardımı da sadık uşağı Kolu’dan görürdü. Nereden ve niçin buralara gelmiş olduğu sorgulanmayan bu adamla yerliler arasında bir maraza çıkacak olsa Attila İlhan’ın deyimiyle hem okurlar hem de Kolu derhal avcı Baytekin’den yana olurlar. Elebaşılar başkaldırmalarının cezasını uygarlığın delikli demirinden ateş yiyerek gördüler mi adeta bayram ederler.
Kolu, efendisi gibi konuşup efendisi gibi yer içer, efendisinin şarkılarını dinler, kitaplarını okursa, başka bir deyişle asıl bağlı olduğu yerlilerden ne denli ayrı olursa o kadar uygar olacaktır. Avcı Baytekin bize gözü doymak bilmeyen Avrupa’yı hatırlatır. Kolu olmak mecburiyeti de Afrika’nın payına düşendir.
”Bu, aslında Baytekin’i uygar kılan nedenleri yakalayıp kendi koşulları içerisinde bir yaratıcı uygarlaşma çözümünü akıl edemeyen cahilin, sonuçları öykünerek kişiliğini silmesinin ve uşaklaşmayı uygarlaşmak sanmasının acı öyküsüdür.” (Hangi Batı? Sayfa;85)
Çıkar yol
Ruslar gibi Batı’dan ithal fikirler üzerine yeni ideolojiler inşa edip bu yolla tekamülü sağlamak mı? Yoksa Japonlar gibi endüstriye yoğunlaşmak mı? Çözümün Osmanlı’nın son dönemlerinde yaptığı gibi okullar açıp içlerinde aydınlar yetiştirmek olmadığından emin olan yazar, oyunu Japonlardan yana kullanıyor ve bu işte en akıllıca hamlenin onlara ait olduğunu söylüyor.(Burada kitapta açıkça yazılmamış olsa da Meiji Restorasyonunu hatırlıyoruz.)
Çözümün eğitim ile olabileceğini savunanlar Galatasaray Lisesi, Robert Koleji ve Mekteb-i Mülkiye’ye ümit bağlamışlardı. Attila İlhan ise bu okulları Osmanlı’da, imparatorluğu dağıtmaya ve paylaşmaya kararlı emperyalist ülkelerce açılmış köprübaşları olarak takdim eder. Yazara göre çözüm için eğitim elbet tutar bir yoldur ama milli bir vasıfta olması şartıyla.
Attila İlhan ülkede kalkınmanın Atatürk’ün çizdiği politikalarla gerçekleşebileceğine inanır. O gün için ‘çağdaş uygarlık çizgisi’ nin Batı olduğunu Atatürk’ün de tabii olarak ona ulaşmayı öngörmüş, onun için gerekli saydığı vasıtalara başvurmuş olduğunu yazar.
Peki ya bu yapılanlar yüzyıllardır Müslümanlıkla yoğrulmuş bir milleti tepeden inme müeyyidelerle uzun vadede afallatacak ve bir kimliksizleşme uçurumuna sürükleyecek olsa dahi mi? Yazar, işte bu muhakemeyi yapmaktan korkmuş olacak ki yazının devamında okurların akıllarına takılan bu gibi sorular cevapsız bırakılıyor.
Yazar çözüm olarak Türkiye’nin bağımsızlığını dert edinen herkesin hangi ideolojiyi benimsemiş olduğu fark etmeksizin Müdafaa-i Hukuk çatısı altında birleşimini savunur. Milliyeti vurgular ve Atatürk’ün gündeme getirdiği şarktan gelen kültür baskısının ‘ümmet anlayışı’ olduğunu aktarır. Burada ise okurların aklına şu soruların gelmesi muhtemeldir.
Problem ümmet şuuruysa Osmanlı’nın bu politikayla elde ettiği 500 yıllık başarılı devleti nasıl açıklayacağız? Birden fazla milletin yaşadığı ve halkının çoğunun Müslüman kimlikte olduğu Türkiye cumhuriyetinin birdenbire milliyetçiliği esas alması beraberinde nasıl sorunlar getirir? Ya da bu sorunsuz bir politika olup çözüm için esas yol mudur? Bu soruların cevaplarını “Hangi Batı?” okurlarına bırakıyoruz.
Kültür’ün terakkide tesiri
Bir toplumun gelişiminde kültürün rolü milleti dik tutmaktır. Kitapta Fransa’nın eski bir sömürgesi olan Pondichery bölgesinden bahsedilir. Bu bölge Hindistan bütününe bağlanıp Fransa sultasından kurtulmayı başarmıştır. Fransa televizyonu yıllar sonra Pondichery’de nelerin değişikliğe uğradığını aramaya çıkmış ve bir savcı ile röportaj yapmıştır. Bu savcı Hindu olduğu halde kendini bu ırka ait hissedemiyordu. Düzgün Fransızca konuşuyor ve okuduğu eserler soruldu mu Fransız klasiklerini art arda ipe diziyordu. Hindu toplumunu küçümserken Fransa’ya minnettar görünüyordu. Yaptığı röportaja şu itirafı ekledi. “Benim dramım bu. Fransız değilim fakat Fransızım. Hinduyum fakat Hindu değilim.” Bize örneği verilen savcı, Avcı Baytekin’in sadık uşağı Kolu’yu hatırlattı.
Kim olduğundan dahi emin olamayan içinde bulunduğu milletin gelişimine nasıl katkıda bulunabilir. Batı’nın da istediği budur. Sömürge haline getirmek istedikleri toplumların evvela kültürlerini silerler. O toplumlara bir medeniyetmiş gibi kendi kültürlerini takdim ederler. Sömürge haline getirebilmek için yerlilerin dillerini, dinlerini, inandıkları tüm değerleri silerler. Attila İlhan Rus düşünür Trubetskoy’dan şu sözleri aktarır; ”Her Avrupalı’nın gizli arzusu yer kürenin tüm halklarının kimliksizleştirilmesi ve tüm özgür kültür kimliklerinin sadece bir tanesi yani Avrupa kültürü hariç yıkılmasıdır. Bu kültür evrensellik iddiasında olup öteki kültürleri ikinci sınıf durumuna sokmak istemektedir.”
Tek tip bir insan topluluğuna daha kolay hükmedebileceğini çok iyi bilen Batı, sömürgeleştirmek istediği toplumlara ‘modernizm’ taşımak yolunu tutmuştur. Bu yolla onları kendi kültürlerinden arınmış Batı’nın getirdiklerini sorgulamadan alan robotlaşmış bir insan kütlesi haline getirmeyi denemişlerdir. Kültür ise tam bu noktada toplumlara benlik farkındalığı kazandırması cihetiyle hayati önem taşır.
Hâsıl-ı kelâm özellikle Attila İlhan gibi ideolojik görüşü kemalizm olan yazarların Batı’yı eleştirmesi ve ‘Batılılaşmak’ politikasını yanlışlarıyla ele alması sık rastladığımız bir durum değildir. Belki de kitabı kıymetli kılan bir nokta da burasıdır. Yazarın üslubunun yalın olduğunu söylemek güçse de düşüncelerini temellendirmek için örneklemelere başvurması metni akıcı kılıyor. Eserin Batı’nın iç yüzünü kavramak isteyen ve Attila İlhan’ın kalemini seven herkesin keyifle okuyabileceği bir eser olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitabı okuyacak olanlara şimdiden keyifli okumalar.