Efsanelerin, dilden dile anlatılan hikayelerin, bereketin, medeniyetlerin; kaos, ihanet, ölüm ve darbelerle bir arada zikredildiği topraklardı. Ağıtların ve zılgıtların yankısı şehirden uzakta yayılıyordu bu coğrafyada. Ne Dicle-Fırat kardeşler, ne koca Mısır’ı ikiye bölen Nil, ne de Kızıldeniz yetmemişti çöl sıcağının kavurduğu gönülleri serinletmeye.
Aksine her biri üzerinden ayrı krizler çıkmış, Kur’an’da Kızıldeniz’in ismi Firavun’un sonunu getiren bir hikayeyle zikredilmişti. Kilometrelerce arazileri kaplayan çöllerden, tropikal kuşakların topraklarına kadar insanıyla aynı kaderi paylaşan coğrafyanın hikayesi…Ortadoğu’nun kaderi, insanın kaderi…
1916 senesinde el-Aziz tren istasyonunda yazılan bir ağıt, gidenlerin gelmediği Yemen türküsü. Ne gidenler gelebilmiş, ne gelenler gidebilmiş. Büyük dedelerimizden Arap hoca lakabıyla bilinen Yemen’den Samsun’a ilim öğretmeye gelen zât, ülkede çıkan ihtilaller yüzünden geri dönememiş vatanına. Oradaki ailesini bırakmak zorunda kalıp, burada yeniden evlenmiş, çocukları olmuş, yeni bir nesil kurmuş. Bundan böyle Yemen, ona bir gurbet il olmuş.
Hani o zamanlar ihtilaller varmışta gidenler kalakalmışlar gittikleri yerde. Şimdi bir de yakın tarihimiz ve sınır ülkemiz Suriye’ye çevirelim gözlerimizi. Halep’ten İzmir’e kaçan yüzbinlerce mülteciden biri olan Beşir anlatıyor, “eğilip bir avuç toprak aldım, toprak biraz ülke kokar”.
Akdeniz kıyılarına vurmuş botlarda ölümü suda karşılayan çocuklar, Aksa’ nın avlusunda yürürken kurşunlardan hızlı koşamayan kadınlar, Beşir kadar şanslı değillerdi ne yazık ki. Ortadoğu’nun insanı olmanın hızlı koşmak, profesyonel yüzmek, ölüme karşı metanetli olmak ve bir yaşam savaşı vermek demek olduğunu doğarken öğreniyorlardı.
Suriye’nin çöllerinde, Nil’in kıyılarında, Filistin’in Zeytin dağlarında, Yemen’in yokuşlarında bizden birileri var. Emperyal güçlerin ve maşalarının parçalayarak çıktıkları bu coğrafyada sınırın ötesinde gurbet olanlar. Bakışlarında bu anlamsızlığa karşı derin bir sır, dünyanın çözümsüz politikalarına karşı kuvvetli bir hırs ve tankların karşısında sıkılmış güçlü bir yumruk.
Tarihin hangi zamanına bakarsak bakalım, Ortadoğu kavramının yanında medyanın onları sıfatladığı iki kelime görüyoruz; mülteci ve sığınma vatandaşlığı. Biz bildik ki, bu topraklarda yaşamanın bir bedeli ve bir kaderi var. Ortadoğu’nun kaderi neyle başlıyor sıfır noktasına inelim.
TOHUMUN HİKAYESİ
Big Bang’in ardından, dünyanın ateşini söndürmesi, kıtaların çarpışması, nehirlerin oluşması ve dağların yükselmesiyle, yeryüzü yaşam için gerekli verimliliği sağlamıştı. Önce bakteriler, mineraller, eğrelti otu ve yosun gibi bitkiler yeryüzüne yayılmaya başladı. Ot yavaş yavaş kendini yerde hâkim kıldı. Toprağın onu kabul ettiği her yerde vardı. İlerleyen yüzyıllar otun yanına tutunacak ve ot varsa medeniyet var, ot yoksa medeniyet yok demek olacaktı. Ardından ilk göçebe insanlar bufaloların ve geyiklerin peşinde koşarken tabiatı daha yakından incelediler. Rüzgarı, rüzgarın polen alışverişini, toprağın kuvvetini ve bir tohum ekmeyi.
Bir tohum ekmenin bir devrim başlatacağına inanmak çok güçtü. Ama başlattı. Bu eylem o dönemler sadece tek bölgede gerçekleşiyordu. Yakında yaşanacak medeniyet dramasında çok önemli rol oynayacak bölge; Mezopotamya. Tohum ekiliyor, zamanla toprağı havalandırmak için altı üstüne getirilerek karıştırılıyor ve bu şekilde toprağı sürme işlemi gerçekleşiyordu. Mevcut bölgedeki tepelerin tarım yapılabilecek pek çok yerel bitki sağlıyor olması, insanların göçebe hayattan sabit yerleşime geçmesine ardından da şehir hayatı kurmalarında en büyük faktör oldu.
Toprak ekinini kendisi vermeye başlayınca, insanlar da günün kalan kısmında sanata ve el işleri yapmaya zaman ayırdılar. İlk önce yiyeceklerini koymak için çeşitli kaplar yaptılar. Günümüzdeki çömlekçiliğin tarihi başlangıcıydı bu. Çömlekler yapıldı, el gücüyle tarlalara akan kanallar bağlandı, nüfus çoğaldı ve bir şehir kuruldu. Fırat ve Dicle’nin arasına kurulan bu kavim ilk yazılı kuralları, aile ve ceza hukukunu, günümüz dinlerine yansıyan inançlarıyla tarihe yön verecek Sümerler oldu.
Medeniyetin yükselişi için sahne hazırdı. Tekerlek icat edildi, ateş yakıldı, yazı yazıldı ve yeni medeniyetler doğmaya başladı. Ortadoğu toprağı, suyu, sanatı, işçiliği, ilimi ve bilimi kullanarak dünyanın merkezi konumunda çoktan yerini almıştı. Bunlar Ortadoğu’da savaşmak için yeterli sebeplerdi. Mekke ve Medine müslümanlar için kutsal şehir olurken, Kudüs 2 yok edilme, 23 işgal ve 52 saldırıya uğrayacak, tohumun hikayesi kadar toprağa kök salmış bir hikayesi olacaktı.
Bütün şehirlerin hikayesi işte böyle başladı. Ortadoğu’nun yeraltı zenginliklerinin keşfinden önce oldu her şey. Yaşam orada başlamıştı ve herkes atalar yurduna, vadedilmiş topraklara dönmenin ve orayı el altında tutmanın mücadelesini veriyordu. Ortadoğu’nun hafızası çok güçlüydü hiçbir şey unutulmuyordu. Yapılanların intikamı mutlaka seneler sonra bile olsa alınıyordu.
Dış ve iç güçler, mezhep savaşları, petrol ve nehirler meselesi, bunların yanı sıra hükümetlerin halkı üzerinde zorbacı tavırları, sık sık nükseden kabile kavgaları.. Ortadoğu büyük bir bunalım içindeydi ve refah bir türlü istikrarlı ilerlemiyordu. Kurtuluş diye gözüken her şey yanında yeni bir batışı getiriyordu.
Tunus’ta bir gün bütün ülkelerde etkisini gösterecek olan köklü bir öfke ses çıkardı. Bu öfke bütün Ortadoğu’nun kaderini yakın tarihte yeniden değiştirecekti. Türkiye bu süreçte uluslararası manevra kabiliyetini geliştirecek, pek çok mazluma ev sahipliği yaparken belirli bölgelerde fiili olarak bulunacak ve ‘Yeni Güçlü Türkiye‘ olarak dünya basınında ciddi adımlarla anılacaktı. Arap Baharında Libya ve Türkiye-Kaddafi ilişkisi nasıl ilerledi, Libya neler yaşadı, Ortadoğu’nun kaderinden hissesine neler düştü? Peki ya şimdi Kaddafisiz Libya nasıl?
Ortadoğu her toprağa ve insana ayrı bir hikaye biçer. Libya’nın hikayesi Ortadoğu’nun en sancılı hikayelerinden biri olacaktır. Mısır mı? Mısır da öyle, Suriye de, Yemen de, Tunus da. Bu toprakların hikayesinde kimler var ve neler oluyor, buyrun, diğer serilerde birlikte bakalım…